21 Aralık 2006 Perşembe

Çok Uzun Yolculuklar ve Zaman Üzerine

Bilim kurgu edebiyatında, evrenin sonsuzluğu içersinde seyahat eden yolcuların zaman içersinde de hareket etmesi çokça başvurulan bir konudur. Evrenin büyüklüğü, her türlü algılama sınırımızın ötesine geçer çünkü. Bulutsuz bir gecede gökyüzünde gördüğümüz, bir yıldızın bize uzaklığı binlerce ışık yılıdır. Diyelim ki, o ışık huzmesini bir şekilde, içindeki görüntüleri ayıklayacak şekilde çözdük. Yani mucize oldu da, yıldızın yüzeyini görebildik. Ama bize ulaşan ışık yıldızdan bin yıl önce yola çıkmışsa, biz şimdiki zamanda değil bin önce oluşmuş bir görüntü karşı karşıyayızdır. O yıldızın üzerindeki hiçbir kimse ile insan yaşam süresi açısından anlamlı olacak bir ilişki kuramayız. Öyle ise evrende sonsuz bir mekânın içinde bir yere sıkıştığımız gibi sonsuz bir zamanın içinde de bir yerlerdeyizdir. Karşılaşma olasılığı zamansal olarak da sıfıra yakındır. Bu yüzden, Uzay Yolcusunun zamanın farklı işlediğini düşünmek en azından kurguyu imkanlı kılmaktadır. Zaten İzafiyet teorisine göre, ışık hızına yaklaşınca zamanın uzayacaktır. Sabit bir gözlemci için bir yıl geçerken yüksek hızda hareket eden yolcu, sadece bir günlük bir süre için yaşlanır.

Stanislav Lem'in, Yıldızlardan Dönüş adlı romanın kurgusu budur. Bir grup astronot on yıl süren uzun bir yolculuktan dönerler, ancak bu arada yeryüzünde yüz yirmi yedi yıl geçmiştir. Tabi dünyadaki bir gözlemciye göre geçmişten gelmişler, kendilerine göre ise geleceğe yolculuk yapmışlardır. Bu gelecek, insanların kimyasal bir madde aracılığı ile tüm şiddet eğilimlerinden arındığı bütün tehlikeli ve zor işlerin robotlar tarafından yapıldığı denge üzerine kurulmuş bir gelecektir. Lem diğer romanları gibi burada da usta bir yaratıcılıkla geleceğin toplumun gündelik yaşamını nasıl gördüğünü anlatır. Şiddetsiz denge toplumu Ursula K. Le Guin’in bazı öykülerinde de üzerinde düşünülmüş bir konudur. İki yazar da çok yaşamak istemezler böyle bir dünyada.

Bence böyle bir yolculuğun en irkiltici yanı, aynı dünyaya bir daha hiç dönemeyeceğinizi bilerek yola çıkmaktır. Uzun bir yolculuk her zaman geride bıraktıklarımızla kavuşamama tehlikesi barındırır. Ancak burada dünyanın da aynı yer olmayacağını unutmamak gerekir. Sadece tanıdığımız insanları değil, şu anki yeryüzünde yaşayan bütün kuşaklar ölmüş olacaktır biz döndüğümüzde... Böyle bir yolcuğa çıkmaya karar verme aşamasında insanın hissedeceği dehşetin şiddeti çok olsa gerekir...

2 Aralık 2006 Cumartesi

Thomas Bernhard- Yok Etme

Bernhard'ın 'Yok Etme' adlı romanını zor okudum. Herşeyden önce yazım tarzındaki inanılmaz tekrarlar. Bernhard bunu bilinçli yapıyor, ya da şöyle söyleyebiliriz; düşüncesinin akışındaki tekrarları ve döngüleri yazıya aktarmaktan geri durmuyor. Bu tekrarlar, kısır bir döngüye dönüşür kimi kez. Aynı tema, farklı ifadelerle bazen de bire bir aynı cümlelerle tekrar edilir. Ancak Bernhard çoğu yerde bu tekrar yöntemini bir konuya yaklaşmak ve derinleştirmek için uygun bir yol olarak kullanmış.

Kitabın bir diğer zorluğu da, anlatıcı kahramın içinde bulunduğu radikal nihilizm halinin çağımızın ruh haline çok yakın olmasından geliyor galiba. Aslında içinde bulunduğumuz duruma yakın bir ruh halini anlatan romanların daha kolay okunmasını gerekir galiba. Ancak, söz konusu olan, içine doğduğu topluma duyulan yoğun tepki olunca, bunu birilerinin Bernhard kadar canlı ve sert anlatması biraz kendimizin aynada görmek gibi oluyor.

Bernhard'ın kahramanı kendi çocukluğunun geçtiği yukarı Avusturya toplumunun darkafalığından, bağnazlığından, gösteriş merakından, dışlayıcılığından, koyu dindarlığından açık ya da örtük nasyonal sosyalistliğinden şiddetle nefret eder. Ancak nefreti bir anlamda kendini de sakatlamıştır. Çünkü ne kadar, kendi düşünsel dünyasını, uzaklarda Roma'da kursa ve bir daha doğduğu toprakları dönmeyi reddetse de, anavatanın boğucu atmosferi peşini bırakmaz...