25 Ekim 2007 Perşembe

Hitlerin Küçük Dünyası Satılık




Kaliforniya'da Oakland kentinde yaşıyan 91 yaşındaki John Barsamian, ikinci dünya savaşı sırasından Hitlerin Berghof'taki evinde ele geçirdiği küresel dünya haritasını satışa çıkarmış. Hitler’in bu küreye bakıp ne tür hayaller kurduğunu tahmin edebiliriz rahatlıkla. Şarlo, Büyük Diktatör adlı filminden enfes bir şekilde parodileştirmişti Hitler’in küresini. Hitler top gibi atıp tutuyordu dünyayı. Aslında Şarlo'nun söylediğini kadar komik değildir çoğu zaman, şehvetli büyük adamların vazgeçilmez oyuncakları haritalarla kurdukları ilişkiler. Hayal güçlerini kışkırtır haritalar, adrenalinlerini arttırır.

Belki de haritaların en çekici yanları insansızlaştırılmış olmalarıdır. İstediğiniz kadar bombalarsınız, yıkarsınız. İnsanlar yoktur üzerinde.Her nokta silik bir addan ibarettir. Cudi gibi, Gabbar gibi, Kandil gibi. Okları, kırmızılı mavili toplu iğneleri de yerleştirdiniz mi üstüne kabarmış enerjinizin ve hayal dünyanızın önünde hiçbir kuvvet duramaz.

Ne diyelim daha az harita göreceğimiz günlere...

18 Ekim 2007 Perşembe

Savaş Herkesi Öldürür !

Onlar halkı kandırdılar. Zaten dünyanın en kolay işiydi, kanmaya hazır bir halka yalanlar söylemek. Gerçek bir savaş çıkarmayı başarırsak bizim taraf ölmez dediler. Bakın tanklarımız var zırhlı korumalı, kameralarımız termal, helikopterlerimiz havalı. Ekranın başında oturur gibi, bir televizyon dizisi izler gibi kolay olacak dediler. İnlerine gireriz avlarız merak etmeyin dediler.
"Halk" da onlara dedi ki; hadi ne duruyorsunuz.


Sonra başladılar bir ağızdan savaş çığırmaya; Halk,medya, hükümet, meclis...

İnsanları barışa davet etmek için başkaca bir cümlemiz kalmadığı için üzgünüz. Ama yine de hatırlatıyoruz ;

Savaş Herkesi Öldürür !

14 Ekim 2007 Pazar

Hypertext ve Umberto Eco

Umberto Eco, son romanı “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi” inde, bir kaza sonucu hafızasını yitirmiş, altmış yaşındaki bir insanı anlatıyor. Kahramanımız bir gün bir hastane yatağında uyanınca, kendisine dair hiçbir şeyi bilmediğini fark ediyor. Doktor adını sorduğunda, “Arthur Gordon Pym” diye cevap verir. Doktor “o sizin adınız değil” diyor.
“Elbette Arthur Gordon Pym bir başkasıydı, O bir daha asla geriye gelmedi. Doktorla uzlaşmaya çalıştım:
‘Bana…. İsmail deseniz ?’
‘Hayır sizin adınız İsmail değil. Biraz gayret edin.”

Bir daha geri gelmeyen Arthur Gordon Pym, Edgar Allan Poe’nun tek romanın kahramanıdır, ancak bu kasıtlı ya da zorunlu olarak, yarım kalmış bir romandır. Daha sonra aralarında Jules Verne’in de bulunduğu birçok ünlü bilim kurgu yazarı romana çeşitli devamlar yazmıştır. Romanın daha ilk sayfalarda bizi karşılayan yazarı değil başları tarafından bitiren metin göndermesi, okuyucuya hem bir meydan okuma hem de uyarı olarak nitelenebilir. Sanki kahramanımız, okurlara “Hafızası sisler arasında gömülmüş bir insanım. Ama buraya yalnız gitmeye niyetim yok, birileri de benimle gelecek” demektedir. Çünkü romanın başındaki hafıza oyunları ve yoğun çağrışımlar size sürekli ben bunu biliyordum ama bir türlü hatırlayamıyorum duygusu yaratır. Sayfalar ilerledikçe hatırlayamadığınız şeyler artar ve bir miktar paniğe kapılırsınız.

İlginç olan, kahramanımızın sadece kendi yaşantısında bire bir tecrübelediği şeylere dair hafızasını yitirmiş olmasıdır. Kendi yaşantısı ile ilgili olmayan ansiklopedik bilgilere dair bir sorunu yoktur, tam tersine, kitabi hafızası fazlaca keskin işlemektedir. Yakın dostlarının, Yambo, dediği, kahramanımız 1931 yılında doğmuş antika değeri olan kitapların ticaretini yapan, sevimli bir eşi, çok güzel bir asistanı, çocukları ve torunları olan bir entelektüel olduğunu çevresindekilerin yardımı ile bir haftada öğrenir. Eşinin de önerisi ile çocukluğunun bir bölümünün geçtiği tatil kasabasına, hala korunan eski evlerinde bir süre geçirmeye karar verir. İlginçlik tam da burada başlar; çocukluğunun çizgi romanları, ders kitapları, ev ödevleri, propaganda metinleri, kakao tütün bisküvi kutularından oluşmuş sonsuz bir müzenin içine düşmüş gibidir. Dışsal ama kendisine dair olan, fakat kendinin kılamadığı, göstergelerden yeniden kendini kurmaya çalışır. Kahramanımız bu arayışı sonucunda, olsa olsa kağıttan bir hafıza edineceğini duygusuna. Ancak kendini bir türlü alamaz, bırakıp gidemez. Çünkü eline aldığı her kitap başka bir kitabı çizgi romanı ya da mecmuayı işaret etmektedir. Sanki çağrışımlardan müteşekkil bir ağ kurulmuştur. Okul ödevlerini okumaya başlarken dönemin faşist propaganda metinlerine dalar, oradan adları değiştirilmiş İtalyanlaştırılmış çizgi romanlara, annesinin kadın mecmualarına,dedesinin tütün kutularına, oradan film afişlerine, posta pullarına geçer. Bu tecrübe günlerce sürer. Geçmişinden ya da bağlamından kopmuş hayatı, genişlemiş ve mutlaklaşmış bir şimdiki zamanın içine kıstırılmıştır. Üstelik bu bağlamsızlık içinde bulunduğu ana, her şeyin vaat edildiği ama hiçbir şeyin mümkün olmadığı tuhaf bir akışkanlık kazandırmıştır. Şöyle düşünür;

“Kendime Yambo, kağıttan bir hafızan var, dedim. Nöronlardan değil, sayfalardan oluşuyor. Belki bir gün, bilgisayarda, dünyanın başlangıcından bugüne kadar yazılmış tüm sayfalarda dolaşmaya ve işaretparmağının bir hareketiyle birinden diğerine geçmeye izin verecek şeytani bir elektronik aygıt keşfedilirse insan nerede kim olduğunu anlayamaz hale gelebilir, işte o zaman herkes senin gibi olur.”

Oysa yazar Umberto Eco, 2004 yılında yazdığı bu satırlarda, o şeytani aygıtın çoktan keşfedildiğini ve bir daha çıkmazcasına hayatımızın merkezine yerleştiğini çok iyi bilmektedir.

Aslında her şey 1970’lerin ortasında, bilgisayarları merkezi kurumların değil, insanların hizmetine sunmayı amaçlayan bir bilgisayar programcısı olan Ted Nelson’un fikriyle başladı. Ona göre bilginin basılı metinlerdeki gibi doğrusal ilerleyen değil, yatay bağlantılardan oluşmuş bir ağ şeklinde hypertext adını verdiği yapıda gösterilmesi mümkündü. Hypertext Türkçeye Hipermetin olarak çevriliyor, kelime olarak aşırı-metin gibi anlamlara geliyor. Türkçede çok anlamlı olmayan kavramı belki ağ-metin gibi bir sözcükle karşılamak daha iyi bir fikir olacak gibi görünüyor. Teknik tanımının ötesinde hypertext internette bir şekilde dolaşan, bir şeyler arayan herkesin yakından bildiği bir şey, çünkü internetteki bilgi teorik olarak bir metindeki her kelimenin başka kelimelerle bağlanmasının mümkün olduğu hypertext formatında gösteriliyor.Mesela internette “Umberto Eco” üzerine bir şeyler aradığınızı varsayalım. Karışınıza yazarın romanlarından biri olan “Foucault Sarkacı” çıkıyor, “Foucault” kelimesinden düşünür Michel Foucault sapıyor ve eserlerini listeliyorsunuz ve ünlü çalışması “Cinselliğin Tarihi”ne geçiyorsunuz, kitabın İngilizce adındaki “sexuality” kelimesi sizi önce cinsellikle ilgili sitelere bağlıyor, oradan porno sitelere vs. Umberto Eco ile pornografi arasında binlerce farklı yolu izleyerek bağlar kurulabilirdi. Aynı zamanda, başlangıç noktası olan “Umberto Eco” ile sonsuz kavram ve anlam düğümü arasında bağ kurulabilirdi. İnternet, fiziksel olarak gerçekleştirilmesi imkansız olan dünyanın bütün kitaplarını içeren kütüphane metaforunu mümkün kıldı. Ancak yine de ağ-metinler tecrübelerinin sadece internet teknolojilerinin sonucunda ortaya çıktığını düşünmek çok doğru olamayacaktır. Roman belki de bu yüzden, anlatı zamanını, bilgisayarların daha çok hesap-kitap işi için kullanıldığı 90’lı yılların başına, yani internet öncesi zamana oturtuluyor. Kahramanımız, eski kitaplara, ama daha da çok basılı her türlü metine büyük ilgi ve iştahla yaklaşıyor. Düşünme şekli, metinler arasında, kurduğu tesadüfi ilişkiler, sanki düz ansiklopedik ya da doğrusal okumaların dışında okuma şekilleri arayan, metinlerle birazcık oynamayı seven bir entelektüel izlenimi veriyordu. Ancak sonradan başına gelenler, tozlu metinlerin yönlendirdiği başka metinler arasında sonsuz bir döngüye girmesi, geçmiş ve şimdinin zaman zaman yer değiştirerek birbirinin içinde erimesi, bir aşamadan sonra beden ve ruh sağlığını yitirmesi, o masumane arayışı için fazlaca ağır bir bedel oluyor.

Metinler arasında bu şekilde kaybolmanın yarattığı ilk sonuç, aşırı referans çağrışım bolluğu arasında, mutlak bir yoksunluğa mahkum olmak olabilir. Kahramanımız romanın bir yerinde, Borges’in Funes ve Sonsuz Bellek hikayesini hatırlıyor. Talihsiz Funes amansız bir illete yakalanmıştı, gördüğü hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi unutmuyordu. Bir ağaç gördüğünde üzerinde kaç yaprak olduğunu, gün doğumundan batımına kadar geçen her saniyenin içinde yaşananları en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu. Tabi ki bu hayata fazla dayanamadı, yaşama kısa bir süre sonra hareketsiz ve tepkisiz kalarak aramızdan çekip gitti. Şöyle diyor;

“O kağıtlar arasında kendimi yeniden yaratmak istiyorsam, ‘Funes ve Sonsuz Bellek’ olacaktım, çocukluk yıllarımı anbean, geceleri dinlediğim her yaprağın hışırtısını, sabahları duyduğum her sütlü kahvenin kokusunu yaşayacaktım. Çok fazlaydı”

Peki böyle bir aşırılık-yokluk paradoksuyla bizim internetin ağ-metinleri arasındaki saatlerimizin hatta günlerimizin bir ilişkisi olabilir mi? Aslında ağ-metindeki çok katmanlılık tecrübe ederken, karşımıza çıkanlar, bize hiç de aşırılık gibi gelmez. Şimdi şu masa başına otururken bize sonsuz zaman, mekan ve imkanın sunulduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Kuşkusuz sonsuzluk çekicidir ve sonsuzluğun olduğu her yerde sanat ve yaratıcılık mümkündür. Ağ-metin bize, sadece Poe’nun yarım kalan romanını değil bütün romanları ve metinleri yeniden yazma imkanı tanır. Öncelikle bu sonsuz bir ağ içinde dolaştığımız duygusu, bir illüzyon olmasa da, ciddi bir yanılma içerdiğini teslim etmek gerekir. Çokça rastlanan bir durumdur; bir konu üzerine arama yaptığınızda, örneğin, karşınıza 75000 gibi insan hayatı için gerçekten sonsuz sayılabilecek bir sonuç kümesi çıkar. Yeterli sabra ve şansa sahipseniz, bir kaç saatlik uğraşı sonrası bütün sonuçların bir elin parmaklarını geçmeyecek, ana metinden kaynaklandığını fark edersiniz, ancak çoğunlukla olduğu gibi yeterli sabrınız ve şansınız yoksa, gerçekten işinize yarayacak şeylere hiç ulaşamadan, başka bir kelimenin peşine takılıp onun üzerine aramalara başlar aynı süreci baştan alırsınız. Ağ-metin karşısında çok uzun süre geçirmenize rağmen sonsuz ihtimallerden sadece birine yoğunlaşmak için hiçbir zaman yeterli zamanınız yoktur. Bu yüzden de rastlantılar, çokça tercih edilen arama patikaları ve tabi ağ-metinin zekasını oluşturan ticari öncelikler, sizin temel bilme biçiminizi belirlemeye başlar. Hakikat ağın içinde bir yerlere dağılmıştır, zaman zaman hissedersiniz edebilirsiniz ama asla dokunamazsınız. Böyle olunca ağın içindeki bütün metinlerin hakikati kullanamaya eşit derecede hakkı olduğu ve kuramsal olarak her türlü hipotezi kanıtlamanın mümkün olduğu ortaya çıkar. Ağ hurafe ile “gerçek bilgi” arasındaki ayrımı ortadan kaldırabilmenin teknolojisini sunmaktadır. Burada söz konusu olan “gerçek nedir ?” ya da “kimin bildiği şeye gerçek denir ?” sorularında olduğu gibi felsefi “gerçek” kavramı değildir. Daha yalın, aşikar olan gerçek bile, kasıtlı olarak çarpıtılmış olanla, komployla, siyasi manipülasyonla, ticari reklamlarla eşit düzeye indirgenmek üzeredir.

Ağ-metinin buraya kadar işaret etmeye çalıştığımız özellikleri bütün girişlerinin bir birine açıldığı bir sonsuz bir ansiklopediye benzemektedir. Oysa edebi metinler ansiklopedik metinden farklı olarak, asgari bir sınırlığa ve kapalılığa sahiptir. Aşırı uzadığı veya üst üste fazlaca tema bindirdiği için gücünden kaybeden romanlara ve senaryolara rastlamışsınızdır. Aslına bakarsanız son yıllarda üretilen, roman-senaryo gibi kurgusal metinlerde bu etkiyle daha sık karşılaştığımızı iddia edebiliriz. Bu durumu bir imkan olarak kullanan yaratıcı edebiyat metinlerinin ötesinde, ağ-metinsel kurgu popüler bir anlatı söylemine dönüşmüştür. Örneğin televizyon dramlarını, geleneksel sinema izleme alışkanlığıyla doğrusal olarak baştan sona başka bir kanala zaplamadan izlemeye kalkmak bir kabusa dönüşebilir. Dizilerdeki göndermeler daha çok kendi zamansal kurguları üzerinedir. Kaçırdığınız sahneleri ya da bölümleri yakalamanıza yardımcı olmak için geçmiş sahneler, şimdiki sahnelerin içersine bir şekilde içerilir. Bu sayede yıllardır süren bir dizinin herhangi bir bölümünün karşısına geçerseniz fazla zorluk çekmeden takip edebilirsiniz, ama sonuçta ortaya tatsız tuzsuz bir şey çıkar. Drama söyleminin kuruluğunda da, ağ-metini sorumlu tutmaz bir miktar aşırı yorum sayılabilir, ama zaten böyle bir şey demek istemiyoruz. Sadece, ağ-metine yaygınlık sağlayan kültürel, sosyal ve teknolojik bağlamla, aralarında bir ilişki olduğuna işaret etmek istiyoruz.

Umberto Eco bir eğilimi mantıksal sınırlarına kadar ilerletip, akıl dışılıklarını sergilemeyi seven bir yazar. Daha evvel, “Foucault Sarkacı”ında metinlerde batini anlamlar aramayı parodileştirmiş, okuru merkeze alan metin yorumlarına “aşırı yorum” adını vermiş ve varılabilecek uç sonuçları göstermişti. Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi’nde de, aşırı çağrışımlarla çerçevelenmiş metinlere fazlaca dalmanın bizi nasıl kendimizden uzaklaştıracağına, en değerli yeteneğimiz olan hatırlama melekemizi elimizden alacağına işaret etmeye çalışıyor diyebiliriz.