8 Ocak 2008 Salı

Mülk Ütopyanın Temelidir.



Ursula LeGuin’in ünlü romanı Mülksüzler birbirine yakın iki ayrı dünyayı anlatır. Her iki dünyada yaşayanlar da diğerini kendi gezegelerinin uydusu olarak kabul ederler. Eski olan, kalabalık olan, bereketli olan, cennet kadar güzel olan mülkiyetçilerin hakim olduğu gezengen Urras’tır. Devrim bir gün kurulu düzeni tehdit etmeye başladığında, Urras iktidar aygıtı devrimin o anki tezahürü olan isyancılara, yaklaşık bir milyon Odocu Anarşisti gezegenlerinin uydusuna göndermiştir. Odocu devirimciler bunu sürgün değil bir Çıkış olarak görme eğilimindedirler. Ancak bu Mısır’dan çıkan israiloğullarının durumundan çok farklıdır. Hatırlanırsa Rab onlara azımsanmayacak bir vaadde bulunmuştu: “O ülkeden çıkarıp geniş ve verimli topraklara, süt ve bal akan ülkeye, Kenan, Hitit, Amor, Periz, Hiv ve Yevus topraklarına götüreceğim.” Oysa Annarres adını verdikleri dünyaları verimsiz, tozlu kurak ve sıcaktır. İki dünya arasındaki farkı, romanın kahramanı Shevek, Urras’lıların yüzüne bakarak şöyle haykırır.

“Siz Urras’lıların herşeyi yeterince var. Yeterince hava, yeterince yağmur, çimen okyanuslar, yiyecek, müzik, yapılar, fabrikalar, makineler, kitaplar, giysiler, tarih.Siz zenginsiniz, siz sahipsiniz. Biz yoksuluz, bir yoksunuz. Sizde var, bizde yok. Burada herşey çok güzel. Güzel olmayan yalnızca yüzler. Annares’te hiçbirşey güzel değildir, yalnız yüzler güzeldir. Diğer yüzler erkek ve kadın yüzleri. Bizim onlardan başka bir şeyimiz yok, birbirimizden başka birşeyimiz yok. Siz burada mücevherleri görüyorsunuz, orada gözleri görürsünüz. Gözlerde de görkemi insan ruhunun görkemini görürsünüz. Çünkü bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız özgürdür, hiç bir şeye sahip olmadıkları için özgürdürler. Siz sahipler ise sahiplisiniz. Hepiniz hapistesiniz. Herkes yalnız tek başına, sahip olduğu yığınla birlikte. Hapiste yaşıyor hapiste ölüyorsunuz. Gözlerinizde görebildiğim yalnızca bu-duvar, duvar !”

Shevek’in coşkulu sözleri iki dünya arasında antagonist bir farklılık olduğunu düşündürse de, Annares’te de duvarlar vardır. Çünkü roman şöyle başlar. “Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. (...) Yolla kesiştiği yerde bir kapısı yoktu; orada yerin geometrisine indirgeniyordu; bir çizgiye bir sınır düşüncesine. Ama düşünce gerçekti. Önemliydi. Yedi kuşak boyunca dünyada o duvardan daha önemli birşey olmamıştı.” Odocular yoksunluklar dünyasına geldiklerine kendilerine, maddelerin bolluğunu vaad eden değil, özgürlüğü ve dayanışmayı ören bir cennet kurmaya giriştiler. Bolluk onlar için ahlaki olarak dışkı anlamına geliyordu. Dili, düşünceyi kültürü yeni baştan kuran, insan ilişkilerinden hükmetmeyi dışlayan bir birada yaşama pratiği kurmaya çalıştılar. Gerçekten inançlı devrimcilerdi. Ancak sınır düşüncesi, hem kendilerinin hem de onları buraya süren Urras’lıların üzerinde uzlaştığı bir şeydi. Aralarında görünen tek uzlaşma. Ama sınır, hiçbir zaman basit bir düşünce olmadı. Hiçbir zaman, içinde kalana özgürlük getirmedi. Dışında olana da. Zaten içerisi ve dışarısı, sadece durduğumuz yerle ilgiliydi. Sınır iki tarafı da, tutsaklaştırdı.

Annares’te yaşayan Odocu anarşistler, iktidarın reddetmekle defolacak bir illet olmadığını biliyorlardı. İktidarın kaynaklarının ne olduğu üzerine incelikle düşünülmüş çıkarımları vardı. Para ve mülkiyet ilişkilerini, bencilliği, uzmanlaşmayı kalıcı meslekler edinmeyi, kafa emeği ile kol emeğini ayırmayı, rekabeti, tüketim kültürünü, maddi hayata aşırı bağımlılığı bilinçli bir şekilde dışladılar. Sorumluluk ve dayanışma ile aynı anda varolabilecek sahici bir özgürlük kurmayı amaçladılar.

Sorun ütopyalarında değildi. İnsanlar arasındaki ilişkilerde katılımı, dayanışmayı, sağlayacak, çalışan, pratik mekanizmalar kurdular. Yaşaması çok müşkül olan bir eko-sistemde, insani yaşamı mümkün kılan muazzam işler yaparlarken mülkiyetçiliğin, piyasanın uzmanlaşmanın ve en önemlisi de devletin zaruret olmadığını kanıtladılar. Kent öncesi kabile toplumuna dönecek bir anarşizm kurmayı hiç bir zaman istemediler. Bilim ve tekolojiyi eşitlikçi dayananışmacı ve kamunun yararı için kullandılar. Annares’e yerleştiklerinde kentlerden önce yolları inşa ettiler. Yalıtılmışlığın bir kentin başına gelebilecek en büyük bela olduğunu biliyorlardı. Başkentleri yoktu, ama Abbaney kenti doğal bir merkez olmaya doğru evrilmişti. Bunun sorun olabileceğini seziyorlardı, çünkü merkez ile iktidarın aynı şey olmasalar da aralarında yakın bir ilişki vardı. Bitmez tükenmek bilmeyen bir uyanıklıkla ve farkındalıkla, bunu önlemeye çalşıyorlardı. Sınıfların, devletin ve mülkiyetin olmadığı bir yerde, organize şiddetin olmayacağını da kanıtlamışlardı. Sokaklarda yumruklaşan insanlar görmek sıradan bir durum sayılırdı, kavga adil oldukça ya da taraflardan biri yardım istemedikçe kimse müdahale etmezdi, yani organize olmamış bir şiddet yani iktidardan kaynaklanmayan şiddet gizlenmeden, üzeri örtülmeden yaşamın bir parçası olmayı sürdürüyordu. Her türlü tahakküm gibi kadınların üzerindeki tahakküm sona ermişti. Heteroseksuellik ya da tek eşilik aşkın yegane normaları olarak dayatılmıyordu ama hor görülmüyordu da. Gerçekten tamamen insanların özgür seçimine kalmıştı. Mülksüzler’i her okuduğunuzda, Annares toplumunun, anarşizmi yorumlamadaki inceliği, zekası, yaratıcılıkları karşısında, hayranlığa kapılırsınız. Gezegenin sert eko-sistemine, toplumsal ve bireysel hayatlarda ortaya çıkan ciddi sorunlara karşın Annares, hali hazırdaki mülkiyetçi, savurgan insan karşıtı bu toplumdan çıkıp gitmek isteyenler için hala bir çekim merkezidir.

Ama galiba, sorun tam da burada yani “çıkıp gitme” özleminde. Büyük göçten iki yüzyıl sonra, Urras’ta çıkan isyanlar sırasında bir devrimci şöyle der. “...Bizi satın almak için verecekleri bir Ay’ları yok. Ya burada adaleti sağlarız, ya da hiçbir yerde.” Aslında hem Annares’te hem de Urras’taki anaşistler arasında, devrimin, ütopya karşılığında satın alındığı iddia edilir zaman zaman.

Ütopya karşılığında satın alınan devrim teması Mülksüzler’in ana sorunsallarından biridir. Öyle ki ütopyanın kendisi başlangıçtaki pazarlığın izlerini taşır.Zaruretlerin dayatması ile tutuculaşır ya da daha yumuşak söylersek radikalliğini yitirir. Ama belki de sorun Annares ütopyasında değil; ütopya fikirinin kendisindedir. Genel kabul ütopyanın, devrimin amacı olduğundadır. Ancak Annres deneyimi bize ütopyayı devrimi, sonlandıran bir süreç olarak düşünmemiz gerektiğini söyler. Anneres insanlarının çoğunluğu yani Anneres kamuoyu, hala samimi anarşistler olsalar bile, devrimciliklerini kaybetmiştir. Belki en başında devrimi yapacakları dünyadan çıkmayı kabul ederek, çevrelerini önemsiz gibi görünen duvarlarla örerek, diyalektiğin ötesine geçebilecekleri duygusuna kapılarak yapmışlardır bunu. Shevek herşeyden çok bunu kavramıştır aslında. Bencil mülkiyetçilerin dünyasına giderken, tam da bunu, sınırı aşmayı, düşünmüştür. “Adalet ya burda ya da hiçbir yerde” diyebilen bilge devrimci fikirler tam da çürümüşlüğün ortasında, yeşerebilmiştir. Belki göçün ikiyüzüncü yılında umulmadık bir şekilde, sahiplerin tahakümündeki mülksüzlerin başlatacağı yeni bir devrim iki dünyayı da saracaktır.


Shevek, mülkiyetçilerin dünyasında devrimin bitimsiz, geri dönüşsüz bir süreç olduğunu anlamıştır. Devrim küçücük bir cezvede kaynayan bir bardak süte benzer. Bir kez kaynama başlayınca, kimsenin tahmin edemeyeceği bir hacime ve şekle bürünür. Geri döndürelemez, kaba sığdırılamaz. Devrim insanların ve toplumların hiç olmadıkları ve olacaklarını umud edemeyeceği imkanlara kapı açar. Bir ana sıkıştırlamaz, başlayınca durdurulamaz. Kesintisizdir. ”Eğer herhangi bir şekilde sonu görünüyorsa hiç başlamayacaktır” Tek tek insanları ve kalabalıkların verili potansiyellerini aştıkları gerçekten dönüştükleri ve dönüştürdükleri bir süreçtir. Sonucu kestirilemez, ütopyanın tamamlanmış sınırları ile çerçevelenemez. Devrim kurulu olandan, eskiden gelenekten kaçamaz, tersine üstüne yürür. Sürekli bir mücadeledir. Varolanı aşmak basit anlamda, gücün/iktidarın el değitirmesine indirgenemez. Güçle ve İktidar düşüncesi ile hesaplaşmak bütün devrimlerin boynun borcudur. Shevek’in kalabalık bir meydanda insanlara söylediği gibi: “Ona yalnız ve çıplak gelmeniz gerekiyor.(...) Vermediğiniz şeyi alamazsını kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız.Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir.”