26 Aralık 2008 Cuma

Hayaletin Dönüşü

Jacques Derrida Marx'ın Hayaletleri adlı kitabına Avrupa Kültüründe hayaletin yerini uzun uzun anlatarak başlar. Özellikle Hamlet'te geçen hayalet imgelerinin ne anlama geldiğini sorgular. Hayaletle kurulan ilişkiye dair bir yerde şöyle der : "Ölmüş olması istenenin gerçekten ölmediğinden çok zor emin olunduğu için, doğrusu, önce kendi kendine güvence vererek kendi yüreğine su serpip sonra da başkalarını yatıştırmayı amaçlayan bir edimselliktir söz konusu." Konu ettiği Komünist Manifesto'nun ünlü başlangıç cümlesidir. "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor-Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için ittifak içine girdiler." Derrida'nın bunları söylediği zaman, yani 1990'ların başı, çok farklı kanallardan "Marksizm Öldü !" müjdelerinin verildiği bir zamandır. Şunu sorgular, madem öldüyse, bu canhıraş def edilme çabası neden ? Yoksa gerçekten ölmedi mi ? Her an yeniden hortlayabilir mi ? Tebdili kıyafetle aramızda mı dolaşıyor ?

Derrida'nın bakış açısından devam edersek, yaşlı Avrupa'nın ortasında dolaşan fesadın-komünizmin- mesela Azrail'e değil hayalete/hortlağa benzetilmesinin ,komünizmin yüz elli yıllık kısa tarihindeki gömülüp yeninden dirilişleri düşünüldüğünde, neredeyse mistik bir uzak görüşçülülük niteliği taşıdığını iddia edebiliriz. Tamı tamına söylersek, yüz elli sekiz yıl sonra Manifesto'nun sadece, komünist/sosyalist hareketler için değil, verili dünyanın yanlış kurulduğunu, başka bir türlü bir dünyanın mümkün ve elzem olduğunu düşünen bütün muhalif hareketlerin, hatta Derrida'nın deyişi ile bütün insanlığın önünde bir miras olarak duruyor. "Miras verili bir şey değildir hiçbir zaman, bir görevdir hep. Öylece karşımızda durur, istemek ya da reddetmekten önce, tüm mirasçılar gibi yaslara boğulmuş mirasçı olmamız gibi tartışılmazcasına durur önümüzde (…) Birer mirasçıyız bizler,şuna ya da buna sahibiz ya da şunu ya da bunu devralıyoruz demek değil bu, herhangi bir miras nedeniyle günün birinde servetimize şunu ya da bunu katıyoruz demek değil bu, ama istesek de istemezsek de, bilsek de bilmesek de olduğumuz şeyin olduğumuz şeyin varlığının her şeyden önce miras olması demektir."

Peki Manifesto'da anlatılan kimin hikayesidir? Burjuvaziyi canlı bir şekilde betimlemeyle başlar işe;

"Burjuvazi, tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır. Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son verdi. İnsanı "doğal üstleri"ne bağlayan bütün bağları acımasızca kopardı ve insanla insan arasında çıplak öz–çıkardan, duygusuz "nakit ödeme"den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel şevkin, şövalyece coşkunun, filisten duygusallığın en yüce esrimelerini bencil hesapların buzlu suyunda boğdu. Kişisel kıymeti mübadele değerine indirgedi ve sayısız dokunulmaz beratlı özgürlüğün yerine, o tek, ölçüsüz özgürlüğü —Özgür Ticareti— koydu. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla örtülen sömürünün yerine, çıplak, arsız, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.


Anlatılan tarihi bugün modernlik diye de adlandırıyoruz. Manifesto'ya göre yaklaşık yüz yıl süren saltanatı boyunca burjuvazi, doğa güçlerinin insana tabi kılmayı, makineleri tarım ve sanayide kullanmayı, büyük teknolojik ve iktisadi atılım sağlamış dünyayı tek bir Pazar haline getirmeyi başarmıştır.Ancak Manifesto, bütün bu ilerleme hamlelerini anlatırken, bir icatlar keşifler fetişizmine kapılmaz. Onun önemsediği yeni hayat biçimlerinin ateşlenip beslendiği dünyayı dönüştüren aktif yaratıcı süreçtir. Bu yüzden daha , maddi ilerlemelerden bahsetmeden siyasi bir cümleyle başlar "Burjuvazi, tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır." Burjuvazinin bu devrimci enerjisi bugünden baktığımızda modernliğin ilerici veçhesi ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu ise, insanların kendi hayatlarını, toplumu kısacası verili dünyayı değiştirebilecekleri, fail olarak kendi kaderlerini kendi ellerine alabilecekleri bir bağlama işaret etmektedir. Ancak yarattığı bu sınırsız olanaklara rağmen bütün enerjisi, para kazanmak, sermaye biriktirmek, pazarı genişletmek üzerine yoğunlaşmıştır. "tek kelime ile kendi imgesine göre bir dünya yaratmıştır." Burjuvazi bizatihi kendi yarattığı, malların, paranın, piyasanın yasalarına uyarınca kendi sonunu da hazırlamakta, kendi mezar kazıcılarını varlık sebebi olan bu etkinlikler sonucunda yaratmaktadır.


Fakat burjuvazi sadece kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları, modern işçi sınıfını, proleterleri de var etmiştir.

Burjuvaziyle, yani sermayeyle aynı oranda proletarya, modern işçi sınıfı da —ancak iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfı— gelişir. Kendilerini parça parça satmaları gereken bu emekçiler öteki her ticaret nesnesi gibi bir metadırlar ve dolayısıyla, rekabetin bütün iniş çıkışlarına, piyasanın bütün dalgalanmalarına maruz kalırlar.


Manifesto toplumun hızla burjuvalarla proleterler arasında iki safa bölündüğünü vurgular. Burjuvazi dünyanın her yerine kendi yaşam biçimini dayattıkça, toplumun daha fazla kesimini mülksüzleştirmekte, kırdan ve geleneksel iktisadi ve kültürel ilişkilerinden kopararak proleterleştirmektedir. Üretimi, sosyal kültürel ve siyasi yaşamı merkezileştirerek nüfusun parçalanmışlığına son vermektedir. Hatta çıkarları, yasaları gümrük rejimleri farklı olan kentler ve bölgeler burjuvazinin siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda ulusal pazara sıkıştırmaktadır.


Bütün sınıflar hatta burjuvazinin bir kesimi konumlarını ve mülklerini kaybederek proletaryanın saflarına karışmaktadırlar. Bu yüzden proletaryanın kültürü bütün sınıfların ve ulusların deneyimleri ile zenginleşir.


"Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflardan sadece proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında gerileyip sonunda yok olurlar; proletarya ise modern sanayinin özel ve özsel ürünüdür.

Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkan sahibi, zanaatçı, köylü, bunların hepsi, orta sınıfın parçaları olarak yok olmaktan kurtulmak için burjuvaziye karşı savaşırlar. Bu nedenle devrimci değil tutucudurlar. Dahası gericidirler; zira tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile, proletaryaya katılmak üzere olmalarından ötürü öyledirler; bu yüzden şimdilerini değil geleceklerini savunurlar, kendilerini proletaryanın yerine koymak üzere kendi duruş noktalarını terk ederler.



Günümüz sosyal teori söylemine hakim olan önerme tersine nüfusun olabildiğince parçalanmış olduğu yönünde bir inanışa dayanmaktadır. İktisadi çıkarları bir yana toplumu oluşturan bireyler, etnik, siyasal ve kültürel olarak bölünmüştür. Üstelik iktisadi çıkaralar açısından bakıldığında da yekpare bir işçi sınıfından değil zaman zaman çıkarları birbiriyle catışan emekçi katmanlardan söz etmek daha uygun görünmektedir. Ancak Manifesto'nun proleter yığınların kendiliğinden bir araya gelip siyasal bir sınıf olacağı yönünde beklentisi yoktur hatta tersi bir eğilime işaret eder:

Bu aşamada emekçiler hâlâ bütün ülkeye dağılmış ve karşılıklı rekabetle parçalanmış, iç bütünlüğü olmayan bir kütle oluştururlar. Eğer herhangi bir yerde daha toplu gövdeler oluşturmak üzere birleşirlerse, bu durum onların kendi aktif birliklerinin değil, kendi siyasal amaçlarına ulaşmak için bütün proletaryayı harekete geçirmek zorunda kalan ve dahası bir süre için bunu gerçekleştiren sınıf olan burjuvazinin birliğinin sonucudur.


Marx'ın bütün yapıtında olduğu gibi burada da, siyasal olanın önceliğinden söz edebiliriz. Bütün kurtuluş ve kurtarıcı imalarına karşın proletaryaya biçilen Mesihçi bir rol değil, tersine siyasi mücadele ile oluşabilecek, kendini ve toplumu dönüştürecek ucu açık bir öznelik konumudur. Bu yönüyle, kavramsal tartışmalarda, iktisadi ve kültürel analizlerde nasıl adlandırılırsa, adlandırılsın; bugün Menifestoda ifadesini bulan siyasal özneye her zamandan daha çok ihtiyaç vardır. Ve Menifesto bize, kendisi ve bütün insanlığı kurtarmak için dünayayı yeniden kuramaya muktedir haklı sınıfların, kısacası umudun, varolduğunu hatırlatan güncel ve siyasal bir belge olarak karşımızda durmaktadır.