5 Temmuz 2008 Cumartesi

Düşme üzerine

Yozlaşma ve düşüş üzerine konuşuyorsak çağın neresinde olduğumuz önemlidir. Herşey dibe vurmuş, katı olan herşey kokuşmuş olabilir. Böyle bir çağda yapılabilecek en alçakça şey, pisliği altınla kaplamaktır. Boş sözler ve yalan sanat ve edebiyatın en kötü günahıdır. Düşkünlüğün adını koymak kabullenmek birşeyler yapmaya başlamanın ön koşuludur. Böyle bir çağı içinde yaşarken teşhis etmek daha zordur kuşkusuz. Bir düşüş çağında yaşadığımızı düşünüyorsak; nereden buraya geldik diye sormak gerekir herşeden önce. Yüksekte olduğumuz dönem hangisiydi ? Yoksa yanılıyor muyuz, bütün bu şikayet ettiğimiz, düşkünlükler o dönemlerde de yok muydu ? Kimbilir belki de sadece bireysel olarak yaşadığımız bir düşkünlüğü bütün çağa yaymaya mı çalışıyoruz ? Peki nereye kadar düşeceğiz ? Bu sorularla uğraşmayı sonraya bırakalım ve "düşüş" ün neye işaret ettiğine yaklaşmaya çalışalım.


"Düşüş" katıksız koyu bir yabancılaşmadır. Camus'nun anlattığına yakın bir yabancılaşmadan söz ediyoruz. Bakın ne diyor Camus'nun kahramanı; "Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım." Yabancı bir fanusun içinde yaşar, kimse ona dokunamaz o da kimseye. Hata bazen Dövüş Kulübü'ünde olduğu gibi doklunmak ve dokunulmak bir ütopyaya dönüşür.



Biz mesela, Robert Musil'in Niteliksiz Adamı'nı okurken Avursturya-Macaristan imparatorluğunun hazin sonunu biliriz. Bu yüzden de, Musil'i çağdaşlarından daha fazla hak veririz belki de.

Hiç yorum yok: