26 Aralık 2008 Cuma

Hayaletin Dönüşü

Jacques Derrida Marx'ın Hayaletleri adlı kitabına Avrupa Kültüründe hayaletin yerini uzun uzun anlatarak başlar. Özellikle Hamlet'te geçen hayalet imgelerinin ne anlama geldiğini sorgular. Hayaletle kurulan ilişkiye dair bir yerde şöyle der : "Ölmüş olması istenenin gerçekten ölmediğinden çok zor emin olunduğu için, doğrusu, önce kendi kendine güvence vererek kendi yüreğine su serpip sonra da başkalarını yatıştırmayı amaçlayan bir edimselliktir söz konusu." Konu ettiği Komünist Manifesto'nun ünlü başlangıç cümlesidir. "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor-Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek için ittifak içine girdiler." Derrida'nın bunları söylediği zaman, yani 1990'ların başı, çok farklı kanallardan "Marksizm Öldü !" müjdelerinin verildiği bir zamandır. Şunu sorgular, madem öldüyse, bu canhıraş def edilme çabası neden ? Yoksa gerçekten ölmedi mi ? Her an yeniden hortlayabilir mi ? Tebdili kıyafetle aramızda mı dolaşıyor ?

Derrida'nın bakış açısından devam edersek, yaşlı Avrupa'nın ortasında dolaşan fesadın-komünizmin- mesela Azrail'e değil hayalete/hortlağa benzetilmesinin ,komünizmin yüz elli yıllık kısa tarihindeki gömülüp yeninden dirilişleri düşünüldüğünde, neredeyse mistik bir uzak görüşçülülük niteliği taşıdığını iddia edebiliriz. Tamı tamına söylersek, yüz elli sekiz yıl sonra Manifesto'nun sadece, komünist/sosyalist hareketler için değil, verili dünyanın yanlış kurulduğunu, başka bir türlü bir dünyanın mümkün ve elzem olduğunu düşünen bütün muhalif hareketlerin, hatta Derrida'nın deyişi ile bütün insanlığın önünde bir miras olarak duruyor. "Miras verili bir şey değildir hiçbir zaman, bir görevdir hep. Öylece karşımızda durur, istemek ya da reddetmekten önce, tüm mirasçılar gibi yaslara boğulmuş mirasçı olmamız gibi tartışılmazcasına durur önümüzde (…) Birer mirasçıyız bizler,şuna ya da buna sahibiz ya da şunu ya da bunu devralıyoruz demek değil bu, herhangi bir miras nedeniyle günün birinde servetimize şunu ya da bunu katıyoruz demek değil bu, ama istesek de istemezsek de, bilsek de bilmesek de olduğumuz şeyin olduğumuz şeyin varlığının her şeyden önce miras olması demektir."

Peki Manifesto'da anlatılan kimin hikayesidir? Burjuvaziyi canlı bir şekilde betimlemeyle başlar işe;

"Burjuvazi, tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır. Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde bütün feodal, ataerkil ve kırsal ilişkilere son verdi. İnsanı "doğal üstleri"ne bağlayan bütün bağları acımasızca kopardı ve insanla insan arasında çıplak öz–çıkardan, duygusuz "nakit ödeme"den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel şevkin, şövalyece coşkunun, filisten duygusallığın en yüce esrimelerini bencil hesapların buzlu suyunda boğdu. Kişisel kıymeti mübadele değerine indirgedi ve sayısız dokunulmaz beratlı özgürlüğün yerine, o tek, ölçüsüz özgürlüğü —Özgür Ticareti— koydu. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla örtülen sömürünün yerine, çıplak, arsız, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.


Anlatılan tarihi bugün modernlik diye de adlandırıyoruz. Manifesto'ya göre yaklaşık yüz yıl süren saltanatı boyunca burjuvazi, doğa güçlerinin insana tabi kılmayı, makineleri tarım ve sanayide kullanmayı, büyük teknolojik ve iktisadi atılım sağlamış dünyayı tek bir Pazar haline getirmeyi başarmıştır.Ancak Manifesto, bütün bu ilerleme hamlelerini anlatırken, bir icatlar keşifler fetişizmine kapılmaz. Onun önemsediği yeni hayat biçimlerinin ateşlenip beslendiği dünyayı dönüştüren aktif yaratıcı süreçtir. Bu yüzden daha , maddi ilerlemelerden bahsetmeden siyasi bir cümleyle başlar "Burjuvazi, tarihsel olarak en devrimci rolü oynamıştır." Burjuvazinin bu devrimci enerjisi bugünden baktığımızda modernliğin ilerici veçhesi ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu ise, insanların kendi hayatlarını, toplumu kısacası verili dünyayı değiştirebilecekleri, fail olarak kendi kaderlerini kendi ellerine alabilecekleri bir bağlama işaret etmektedir. Ancak yarattığı bu sınırsız olanaklara rağmen bütün enerjisi, para kazanmak, sermaye biriktirmek, pazarı genişletmek üzerine yoğunlaşmıştır. "tek kelime ile kendi imgesine göre bir dünya yaratmıştır." Burjuvazi bizatihi kendi yarattığı, malların, paranın, piyasanın yasalarına uyarınca kendi sonunu da hazırlamakta, kendi mezar kazıcılarını varlık sebebi olan bu etkinlikler sonucunda yaratmaktadır.


Fakat burjuvazi sadece kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış, bu silahları kullanacak insanları, modern işçi sınıfını, proleterleri de var etmiştir.

Burjuvaziyle, yani sermayeyle aynı oranda proletarya, modern işçi sınıfı da —ancak iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan bir emekçiler sınıfı— gelişir. Kendilerini parça parça satmaları gereken bu emekçiler öteki her ticaret nesnesi gibi bir metadırlar ve dolayısıyla, rekabetin bütün iniş çıkışlarına, piyasanın bütün dalgalanmalarına maruz kalırlar.


Manifesto toplumun hızla burjuvalarla proleterler arasında iki safa bölündüğünü vurgular. Burjuvazi dünyanın her yerine kendi yaşam biçimini dayattıkça, toplumun daha fazla kesimini mülksüzleştirmekte, kırdan ve geleneksel iktisadi ve kültürel ilişkilerinden kopararak proleterleştirmektedir. Üretimi, sosyal kültürel ve siyasi yaşamı merkezileştirerek nüfusun parçalanmışlığına son vermektedir. Hatta çıkarları, yasaları gümrük rejimleri farklı olan kentler ve bölgeler burjuvazinin siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda ulusal pazara sıkıştırmaktadır.


Bütün sınıflar hatta burjuvazinin bir kesimi konumlarını ve mülklerini kaybederek proletaryanın saflarına karışmaktadırlar. Bu yüzden proletaryanın kültürü bütün sınıfların ve ulusların deneyimleri ile zenginleşir.


"Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflardan sadece proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında gerileyip sonunda yok olurlar; proletarya ise modern sanayinin özel ve özsel ürünüdür.

Alt orta sınıf, küçük imalatçı, dükkan sahibi, zanaatçı, köylü, bunların hepsi, orta sınıfın parçaları olarak yok olmaktan kurtulmak için burjuvaziye karşı savaşırlar. Bu nedenle devrimci değil tutucudurlar. Dahası gericidirler; zira tarihin tekerleğini geriye çevirmeye çalışırlar. Kazara devrimci olsalar bile, proletaryaya katılmak üzere olmalarından ötürü öyledirler; bu yüzden şimdilerini değil geleceklerini savunurlar, kendilerini proletaryanın yerine koymak üzere kendi duruş noktalarını terk ederler.



Günümüz sosyal teori söylemine hakim olan önerme tersine nüfusun olabildiğince parçalanmış olduğu yönünde bir inanışa dayanmaktadır. İktisadi çıkarları bir yana toplumu oluşturan bireyler, etnik, siyasal ve kültürel olarak bölünmüştür. Üstelik iktisadi çıkaralar açısından bakıldığında da yekpare bir işçi sınıfından değil zaman zaman çıkarları birbiriyle catışan emekçi katmanlardan söz etmek daha uygun görünmektedir. Ancak Manifesto'nun proleter yığınların kendiliğinden bir araya gelip siyasal bir sınıf olacağı yönünde beklentisi yoktur hatta tersi bir eğilime işaret eder:

Bu aşamada emekçiler hâlâ bütün ülkeye dağılmış ve karşılıklı rekabetle parçalanmış, iç bütünlüğü olmayan bir kütle oluştururlar. Eğer herhangi bir yerde daha toplu gövdeler oluşturmak üzere birleşirlerse, bu durum onların kendi aktif birliklerinin değil, kendi siyasal amaçlarına ulaşmak için bütün proletaryayı harekete geçirmek zorunda kalan ve dahası bir süre için bunu gerçekleştiren sınıf olan burjuvazinin birliğinin sonucudur.


Marx'ın bütün yapıtında olduğu gibi burada da, siyasal olanın önceliğinden söz edebiliriz. Bütün kurtuluş ve kurtarıcı imalarına karşın proletaryaya biçilen Mesihçi bir rol değil, tersine siyasi mücadele ile oluşabilecek, kendini ve toplumu dönüştürecek ucu açık bir öznelik konumudur. Bu yönüyle, kavramsal tartışmalarda, iktisadi ve kültürel analizlerde nasıl adlandırılırsa, adlandırılsın; bugün Menifestoda ifadesini bulan siyasal özneye her zamandan daha çok ihtiyaç vardır. Ve Menifesto bize, kendisi ve bütün insanlığı kurtarmak için dünayayı yeniden kuramaya muktedir haklı sınıfların, kısacası umudun, varolduğunu hatırlatan güncel ve siyasal bir belge olarak karşımızda durmaktadır.

18 Kasım 2008 Salı

USA nedir ?

John Dos Passos, Birinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinde doğmuş aralarında James T. Farrell, Josephine Herbst, Langston Hughes, Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway’in de bulunduğu sol görüşlü muhalif yazarlar grubundandır. Çeşitli kaynaklarda bu yazarlar kuşağı kayıp kuşak olarak da adlandırılıyor. Amerikan toplumuna yönelttikleri radikal eleştiri, kendilerini içine doğdukları toplumun bir üyesi saymamaları, önemlice bir kısmının hayatının bir bölümünü Amerika dışından geçirmeleri, ortak özellikleri sayılabilir. Ama bundan da önemlisi edebiyatlarına hakim olan dönemin Amerika’sına özgülüktür.
Esas itibarı ile bu kuşak, Avrupa tarzı psikolojik ya da bireyci roman geleneğinden kökten bir şekilde kopmuştur. Yapmak istedikleri nesnel ve yansız bir röportaj tekniği ile toplumun bütün görüngülerine ışık tutmaktır. Yorumlamaktan çok göstermeyi amaçlarlar. Bireyin iç dünyası, psikolojisi tali bir konudur. Bireyler, topluluklar ve mekanlar çoğunlukla kaba bir doğallıkla resmedilir. Amaç toplumsal yapının bütününü olabildiğince geniş bir perspektiften anlatmaktır.
Bu anlatım tekniğine John Dos Passos’tan bir örnek verirsek daha iyi somutlamış olabiliriz. Yazarın ünlü üçlemesi U.S.A’nın ilk kitabı 42. Enlem, kısa bir epilogla başlar. “Genç adam yapayalnız yürüyor hızlı, ama yeterince hızlı değil, uzaklara, ama yeterince uzağa değil.” Ne çok roman yürüyen yalnız adamı anlatmakla başlar, ama bu cümlelerde bir gariplik vardır. Zaten pasaj şöyle devam eder; “son banliyö trenine, tramvaya, otobüse yetişmesi gerek, tüm gemilerin iskelelerine tırmanması, tüm otellere adını yazdırması, kentlerde çalışması, işçi arayanları yanıtlaması, çeşitli işler öğrenmesi, işlere girmesi, tüm kiralık odalarda yaşaması, tüm yataklarda uyuması gerek. Bir yatak yeterli değil, bir iş yeterli değil, bir yaşam yeterli değil.” Bu genç adamlardan biri, Raskolnikov olabilirdi kuşkusuz. Yoksulluğu, yalnızlığı ne kadar da ona benzemektedir. Ama Dos Passos daha baştan bize bir tek Raskolnikov’u anlatmayacağını kesin bir dille ilan eder. Peki ne analatacaktır bize ?
Kuşkusuz USA’ yı anlatacaktır. Ama nedir USA ? “USA kıtanın bir dilimidir. USA bir holding şirketler grubu, sendikalar topluluğu, deri ciltli yasalar dizisi, radyo ağı, sinemalar zinciri, karatahtaya telgraf dağıtıcısı delikanlının silip yazdığı hisse senetleri sütunu, eski gazetelerle, kıyılarındaki boşluklara kurşunkalemle gelişigüzel karşı çıkmalar çiziştirilmiş, sayfaları kıvrık tarih kitaplarıyla dolu genel kitaplıklardır. (...) USA Arlington Mezarlığına asker giysileriyle gömülmüş bir sürü insandır. USA yurdumuzdan uzaktayken mektup zarfındaki adresin sonuna koyduğumuz harflerdir. Ama hepsinden öte, USA halkın dilidir.”

Passos romanı bir halkı bir dönemi anlatmak için onlarca yeni teknik dener. Dönemin gazete haberlerini kullanır, Edison gibi ünlü amerikalılarının simgeleşmiş hayatlarını aktarır, bir ucundan hayata tutunmaya ya da daha doğru ifade ile hayatta kalmaya çalışan onlarca insanın birbiri ile kesişen hikayelerini anlatır. Edebiyatı serttir, dili kabadır, yumurukların konuşmasına ramak kalmıştır.
Kayıp Kuşak edebiyatını anlamaktaki kilit sorulardan biri şudur; neden dünyanın en bireyci toplumu olan ABD’de, bireyden yola çıkarak topluma ulaşmayı reddederler ? Neden başlangıç noktaları hep kitlelerdir ?
İlk muhtemel cevap ünlü dekadans (çöküş) çağı ile ilgilidir. Dekadans çağında, 100. kattan düşen adamın ruh hali kitlelere sirayet etmiştir; her kata geldiklerinde, “henüz bir sorun yok” diye avuturlar kendilerini. 1920’lerin birçok sol muhalif yazarı gibi John Dos Passos toplu halde yere çakılacaklarının farkındadır ve her sorumlu düşünce insanının yaptığı gibi, düşüşü olabildiğince açıklığı ile sergilemeye çalışır. Yaklaşan beklenmedik, ani ve derin bir çöküştür; ama bu herkesin kaçınılmaz son hakkında aynı görüşte olduğu anlamına gelmez. Hala bireysel ya da kollektif kurtuluş umutları canlıdır. Böyle bir çağda farklı bireysel ve sınıfsal mecralardan kaynaklanan arzular, beklentiler ve yenilgiler, Passos’un romanını canlı kılan unsurlardır.
Ama herşeye karşın bu “doğalcı” ve radikal anlatı tarzının Amerikan toplumuna özgü kaynaklarından da söz etmek gerekir. ABD tolumunun kuruluşuna gidelim ve çok tanıdık bir imgeden yola çıkalım; 64 hektar büyüklüğünde, homestead denilen toprak parçasını ele geçiren yeni gelen bir göçmeni düşünelim. Tahtadan inşa edilen evler, tarım için elverişli hale getirilen araziler... Buraya yerleşen göçmenin aslında köylülükle çok fazla ilgisi yoktur. Hikayesini dinlerseniz, daha birkaç yıl öncesinde bambaşka bir mesleği olduğunu öğrenebilirsiniz. Kolay yapılan bir tarım şekli seçer. Yapması gereken, çifte koşulmuş atları zaptetmektir. Ve eğer bu toprağa ilk yerleşense, kafasında tek fikir vardır, toprağını en uygun fiyattan satmak. Burada birkaç yıl yaşayacak, birkaç sene iyi hasat alırsa, bir sermaye biriktirecek, yeni gelenler sayesinde, değerlenecek toprağını satacak ve daha ileriye, batıya, hareket edecektir. Sahip olduğu paraya göre değil de, gelecek (ya da gelmeyecek) paraya göre hesap yapar. Aslında yaşadığı mekanda yerleşik figürden çok, bir mekan spekülatörü gibi davranır.Yeni mekanlar fetheder, parseller ve geleceğe dair umutlar ve beklentiler sayesinde satar. İlginç olan Yiriminci Yüzyıl başına kadar, aksaklıklar yaşansa da, yeni kitlelerin ve beklenen sermayenin çoğunlukla gelmiş olmasıdır.
Bugünlerde yaşanan ekonomik krizin sebeplerinden sayılan ve sermaye hareketlerinden beklenmedik kazançlar yaratan finansal yaratıcılık fikri Amerikan toplumu için alışılmadık bir olgu değildir. Amerikan toplumu kitelerin ve sermayenin hareketinden muazzam bir enerji yaratabilen bir toplumdur. Kuşkusuz bu tür bir moblizasyondan herkes kazançlı çıkmaz, hatta kaybedenler çok daha fazladır. Böyle bir toplumun en genel geçer ideolojisinin bireycilik olmasında şaşırtıcı bir taraf yoktur. Amerikan toplumu sosyal dayanışma duygusunun en zayıf olduğu toplumlardan biridir. Buradan bütün Amerikalıların gözü dönmüş benciller olduğu sonucu çıkmaz kuşkusuz. Ama tüm insanların devredilmez bir hakklarını gözeten bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi Amerikalıların çouğunluğunun pek iyi bir fikir olarak görülmez. Herşey kişisel tercih meselesidir ve kimse kendi vergileri ile, tembelleri ya da ihmalkarları finanse etmek zorunda değildir.
Amerikan toplumunun bireyci üyesi tam anlamıyla kitlelerin önüne atılmış gibidir. Eğer yeterince becerikli çalışkan ve daha da önemlisi, şanslı ise kitlelerin hareketini önceden tahmin eder ve önüne sonsuz kapılar açılır. Ama bunu yapabilenlerin sayısı fazla değildir. Üstelik başarının sürekli olacağının garantisi de yoktur. John Dos Passos’un kuşağından olan ünlü Amerikalı Yazar Scott Fitzgerald bunu şöyle ifade eder. “Amerikalıların hayatında ikinci perde yoktur.”
1920’lere gelindiğinde yeni mekanların ele geçirilmesine dayalı kitle hareketleri bitmiş gibidir. Toplumsal sınıflar arasındaki hareketlik hala canlıdır ve Avrupa ile karşılaştırıldığında kitlesel nitelik taşır. 1929 krizi patlamadan önce yaklaşık bir on-beş yıl boyunca Frank Cappa’nın filimlerinde gördüğümüz, iyi çalışkan insanların yukarıya doğru tırmanma hikayelerine hala rastlanabilir. Ancak bireysel fırsatların ötesinde ciddi bir kitlesel yoksulluk dışlanmışlık ve çaresizlik yaşanmaktadır. Bu durum kitlesel bir dille anlatılabilir. Çünkü USA toplumu aynı zamanda da dünyanın ilk kitle toplumudur. Bireycileşen ve kendi üstüne kapanan insanları kalabalıklar arasında kaybolmuştur. Kitle ekonomisi ve kültürü hepsinin hikayelerini birbirine benzer hale getirmiştir. Böyle bir toplumda Yazarın konumu da önemlidir. 20’lerin USA sında yazar doğal ve saygın bir yere sahip değildir, Avrupa’nın anladığı anlamda “yazı adamı” olmamıştır hiçbir zaman. Toplum kıyısında yaşar ve çoğu zaman kısa bir başarı döneminden sonra trajik bir şekilde yok olup gider. John Dos Passos bu USA’yı anlatır. Kitlelerin, holdinglerin, sendikaların USA’sını. Belki bu yüzden yeniden güncel hale gelmiştir ve zevkle okunabilir.

13 Kasım 2008 Perşembe

buzlar kirilirken

İsveçli yazar Mikael Niemi, “Buzlar Kırılırken” adlı romanında sadece bize değil “İsveç”in kendisine de uzak bir mekandan, kuzeyde Finlandiya sınırında Pajala bölgesindeki Vittula kasabasında geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlatıyor. Gecelerin ve kışların çok uzun geçtiği bölgede, yaşamayı,yemeyi özellikle de içmeyi seven, zorlu koşullara teslim olmayan renkli alçak gönüllü ve mizah duygusu sağlam insanlar yaşamaktadır.Bir Tornedalen Marşında şöyle sözeder oralardan.

Tornedalen’in vadi ve tepelerine
Söyleriz minnettarlık dolu marşımızı.
Geçireceğiz son günlerimizi,
Gösterişten uzak kuzeydeki topraklarda.


Yıkılmadan en çok içme, saunada en uzun kalma gibi meziyetleri ile övünen erkekler, her yaşta ergenliğe yeni adım atmış birer oğlan cocuğu olarak kalırlar. “Görkemli ölümleri” arasında intiharları, savaşları, saunada geçirilen kalp krizleri ve alkol zehirlenmeleri vardır. Taşranın mizah yüklü ben merkezciliği ile kendilerine benzemeyen her davranışı knapsu yani kadınsı olmakla itham ederler. Tahmin edileceği gibi elbette knapsu sadece yabancılara özgü değildir,her şanlı Tornedalen erkeğinin başına her an gelebilecek bir tehlikedir. Romanın kahramanı, ki yazarın kendi hayatı ile paralellikler taşır, yoğun geleneksellikle örülü ortamda, yer yer sıkıntılı, yer yer eğlenceli bir büyüme sürecindedir anlatı boyunca.

Uzaklara doğru çok boyutlu bir yolculuğa davet eder bizi. Mekanın farklılığından kaynaklanan bir yolculuktur öncelikle söz konusu olan, uzun yollar kat edilerek gecenin ve gündüzün ritmlerinin bambaşka olduğu, buzların şiirsel bir şekilde kırılarak uzun kışların bitimini müjdelediği, insanların iklimi ve coğrafyayı daha duyumsayarak yaşadığı kapalı bir bölgeye varırız. Uzak kuzeye dair imgelerimize çoğunlukla derin bir iç sıkıntısı sanısı eşlik eder. Bitmeyen günler, uzun beyaz geceler, buzlu bir coğrafya, kapalı mekanlar. Ancak Niemi’yi okurken ister istemez bu imgelerden doğrudan, yoğun bir can sıkıntısının ortaya çıkmayacağını anlıyorsunuz. Çünkü Vittula’daki insanlar aslında sıkılmıyorlar. Yaşadıkları yerlerden göç edenler, ya da sürekli bir göç etme arzusu ile yaşayanlar var elbette. Ancak bu durumun Baudelaire’ın şu dizelerde bahsettiği “iç sıkınıtısı”ından farklı olduğunu düşünüyorum: “Karakış bütün kente karşı öfkeli, kızgın,/Testisinden karanlık soğuk döküyor yine/Solgun sakinlerine komşu bir mezarlığın/Ve ölümlülük sisli mahalleler üstüne.”

Baudelaire’in dizlerinde ama belki de bütün yapıtında hakim olan, belli bir mekana ve zamana; modern metropole özgü köksüzleşmenin sonucu ortaya çıkmış bir zihinsel sıkıntıntıdır. Bir karşılaştırma yapabilmek için belki bir parça, soyut metropol hayatı ile, Vittula gibi uzak taşra kasabalarındaki hayatın duyusal imgeleri üzerine düşünmekte yarar var. Metropol hayatı, sürekli farklılışan ve hızla değişen imgelerle çevrilmiştir. Metropolun ritmi, herkes için dışsal ve tahakküm edici bir etkiye sahiptir. Bir büyük kentte yaşayan hemen herkes zaman sıkıntısı çeker. Acıları da, sevinçleri de, şaşkınlıları da uzun uzadıya yaşayacak zamanımız yoktur. Fenomenlerin bu denli ardışık/eşzamanlı ancak her durumda sıkışık anlara bölünmüş bir şekilde akması, tinsel dünyamız açısından ciddi bir uyum sağlama sıkıntısı yaratır. Bu yüzden metropol hayatına uyum yeteneği en yüksek olan uzvumuzla, yani zihnimizle uyum sağlarız. Zihnimiz farklılıklar arasında bir çok yöne dağılarak sayısız fenomene parçalanır ve yeniden bütünleşir. Bu durumun birçok farklı muhtemel sonucu olabilir: Ancak bizim konumuz açısından en önemli sonuçlarından biri, ciddi bir farkındalık yitimi ile malul kalışımızdır. Herşeyin hızla üzerimize boca edildiği otoyol seyhatleri dışında doğa ile karşılaşmaya bizler,Vittula insanlarının her bahar başlangıcında tecrübelediği; “eriyen buzların kaslarının şişirdiği nehirlerin harika kabarışını”nın ruhularımıza vereceği yenilenme ve yaşam gücünü hemen her defasında ıskalarız. Modern metropol hayatı, ömrümüzün bütün anlarını, büyük bir arsızlıkla çekip almasına, çalışma zamanlarımızı, boş zamanlarımızı tatillerimizi ve seyehatlerimizi doldurmasına rağmen, bizi onulmaz bir can sıkıntısına mahkum etmesinin sebeplerinden biri, hep bir şeylere yetişmeye çalışan gözümüzün bir anlamda “vicdanını” yitirmesi olabilir. Belki de kendi mutsuz bakışımızı taşraya da sirayet ettirip; imgelerin sınırlı, zamanın yavaş olduğu küçük kasabalarda çok daha fazla can sıkıntısının olduğunu düşünürüz.

Taşrada zaman tarihsel değildir, günün haftanın mevsimin ve kişilerin yaşam devirleriyle ilerler. Niemi’nin romanına tarihsellik anlatıcının biyografik zamandan geçmişe; çocukluğunun uzak zamanına dönüşü ile katılır. Oysa roman için üretici olan anlık zamandır, yani hiç süresi yokmuş gibi kişinin biyolojik zamanın dışına çıkabilen anlardır. Deyim yerindeyse, bu Vittula’da anlatılan insanların birbiriyle gerçek anlamda karşılaşma anlarıdır; böyle anlarda onları daha iyi tanırız. Bunun en iyi örneklerinden biri, anlatıcının yalnız yaşayan büyük babasının doğum günü için yapılan kutlamadır. Büyük baba başta gönülsüzdür, kutlama biraz hüzünlü, gergin ve biraz basmakalıp başlar. Ancak gece ilerledikçe, içilen içkilerin damarlarına yaydığı sıcaklık hissedilince, insanlar sıkıcı protokol maskelerinden kurtulmaya başlar, yukarıda alıntıladığımız Tornedalen marşı hep bir ağızdan söylenir ve yavaş yavaş samimi varoluşlar ortaya çıkar. Geç saatlerde bir grup avcı da katılır aralarına, ki bunların de en çok övündükleri şey, içkiye ve tabiat koşullarına karşı dayanıklıklıklarıdır. Bu arada, kadınlar, istemeye istemeye evlerine dönerler ve toplantı geleneksel bir erkeksi şölene dönüşür. Satın alınan bütün içkilerin ardından mahzende saklanan zulalar da tükenir. İnsanlar duygulu, iddialı, komik yanlarını, kusan ya da sızan sarhoşluklarını gizlemeden, en samimi duruşlarıyla karşımızdadırlar. Bir ara sızan üç avcının öldüğünü düşünen anlatıcının babası, “kahraman Finlilerin görkemli ölümlerini-en yaygın örnekleri arasında intiharları, savaşları, saunada geçirilen kalp krizlerni ve alkol zehirlenmelerini- sayarak” şöyle devam eder:” Ve bu akşam sevgili ve değerli yakınlarızdan üçü yan yana, aynı anda cennet kapılarından geçmeyi seçmişleridi..”

Romanın geçtiği bölge sadece coğrafi olarak değil, kültürel olarak da İsveç’e uzaktır. "Zamanla, yaşadığımız aslında İsveç’in bir parçası olmadığını anladık. Ezkaza iliştirilmiştik. Kuzeydeki bir ilaveydik sadece. Ucundan kıyısından İsveçli sayılabilecek birkaç kişinin yaşadığı sayılı çorak alanın bulunduğu bir yer.” Yöre halkı deyim yerinde ise, diller arasına sıkışmıştır. “Hiçbirimiz ‘Çocukların en sevidği Aile Şarkıları’ adlı programa yazmaya yeltenemezdik çünkü İsveç Radyosu bizim Finlandiyalı olduğumuzu düşünürdü. (..) Sınav Sonuçlarında ülke genelinde sonuncu. (..) Ne tam bir Finlandiyalı gibi Fince konuşabiliyorduk, ne de tam bir İsveçli gibi İsveççe.” Bizim alıştığımızından biraz farklı olarak insanların dillerini konuşmaları yasaklanmamıştır ve bildiğimiz kadarı ile İsveç bu serbesti yüzünden bölünmemiştir.Yine de Pajalalılar farklığın yaratabileceği gerilimli iki varoluşu aynı anda yaşamaktadırlar: Bir yandan kendi farklılığını silikleştireştirme ve genel norm olana dahil olma, diğer yandan norm-dışılığın sınırlarını belirginleştirerek kalıcı bir sosyal kimlik olarak sahiplenme. Okullardaki resmi dilin İsveççe olması ile pek sorunları yoktur, ama güneyden gelen öğretmenlerden birinin onların dilini anlıyor olması, büyük ve mutlu bir olay olarak anılır. Anlatıcının en yakın arkadaşı Niila’nın Esperando dilini kendi kendine öğrenip konuşması dilsel paraçalanma arasına sıkışmış çocukların yaratıcı bir çözümü olarak görlebilir.

11 Kasım 2008 Salı

Marco Polo

Seyahat Edebiyatının en parlak örneklerinden biri Marco Polo’nun yapıtı, Dünyanın Hikaye Edilişi, özenli bir baskı ile Türkçeye kazandırıldı.Kitap Batı ile Doğu arasındaki güç dengesinin şimdikinin tam tersi bir şekilde kurulduğu 13 yüzyılın ortasında yapılan, kırk yılı bulan bir dizi seyahati anlatıyor.1260 yılında Marco’nun babası Nicolo ve Amcası Mafeo Polo Konstantinopolis’ten kürk ticareti yapmak için Kırım’a doğru yola çıkıyorlar.Bir dizi terslik sonucunda, nerdeyse bilinen bütün doğu dünyasını kat ederek Moğol-Çin İmparatoru Kubilay Hanın sarayına ulaşıyorlar. Kubilay’ın ülkesinde gördükleri zenginlik ve güç karşısında hayrete düşen Polo’lar Yüce Handan büyük ilgi ve konukseverlik görüyorlar. İyi birer Hıristiyan oldukları için, bir putperest olan Hanı sürekli olarak kendi dinlerine davet ediyorlar. 13 yüzyılın en büyük dünya gücünü yöneten Kubilay Han doğal olarak dünya üzerindeki hiçbir, kültüre ve dine karşı kayıtsız bir tavır takınmıyor ve Poloları ilgiyle dinliyor. Papa’dan ülkesinde Hıristiyanlığı öğretmek üzere yüz yetkin din adamı göndermesini rica eden bir mesajla geri gönderiyor. Pololar geri döndüklerinde Nicolo, yola çıkarken hamile olan karısının Marco adında bir oğlan çocuk doğurduğunu ve Marco’nun da on beş yaşında olduğunu görüyor. Papadan yüz yerine sadece iki rahip alabiliyorlar, Marco ile birlikte üç Polo olarak geri dönüş yoluna başlıyorlar. Yolda karşılaştıkları güçlükler sonunda rahipler devam etmekten vazgeçiyor ve sadece üç Polo Hanın sarayına dönerek durumu anlatıyorlar. Uzun yıllar Hanın himayesinde kalıyorlar, bürokrasi içinde görev alarak çeşitli hizmetlerde bulunuyorlar. 1295’te geri döndüklerinde büyük Pololar iyice yaşlanmış oluyor, Marco Polo bir ara Cenevizliler tarafından tutuklanarak zindana konuyor ve eserinin çatısını zindanda hücre arkadaşlarına aldırdığı notlarla kuruyor.

Kitabın Türkçe baskısında yer alan Stephane Yerasimos’un açılayıcı önsözü, seyahatlerin yapıldığı dönemde Avrupalıların yaklaşık yüz elli yıldır Moğolların Orta Asya’dan başlayan ve batıya doğru yayılan hareketlerini ilgiyle, çoğunlukla da umutla izlediklerini belirtiyor. “Artık Avrupa’nın düşlerini şu ortak hedef süsleyecektir: Papalığa bağlı, Katolik ve Romalı büyük bir Moğol hanı, Muhammet yandaşlarının sonu getirecek ve birleşmiş Hıristiyanlığın ve Batının ezeli zaferinin habercisi olacaktır.” Pololar modern çağ oryantalistlerinin dünyasından farklı olarak gücün ve ihtişamın simgesi olan doğuya doğru yolculuk yaparlar. Bu yüzden olsa gerek, doğu medeniyetleri ile kurdukları ilişki orta çağ Avrupa sının doğuya dair imgelerinden ve ön yargılarından da farklıdır. Çünkü tüm ortaçağ boyunca, doğuda sapkın ve şeytani bir gücün olduğuna vehim edilmiştir. Ciddi kilise metinlerinde bile çift cinsel organlı, kuyruklu doğulu karakterlere rastlamak çok mümkündür. Oysa Polo’nun gözlemelerinin çoğu tarihsel kaynaklar tarafından doğrulanır. Çoğu yerde, anlamaya tanımaya yönelik samimi bir çaba vardır.Gezdiği sayısız kentin, güzelliklerini, geçim kaynaklarını, konuşulan dilleri geçim kaynaklarını ve dinlerini ayrıntılı bir şekilde anlatır.

On üçüncü yüzyılda yaşamış Avrupalılar olarak Pololar Müslümanlığı büyük bir korku ve nefretle anarlar. Müslümanlar son anda her şeyin affedileceği insancı ile sapkın ve ahlaksız bir hayat sürerler. Batının en önemli üstünlüğü medeniliğin ölçütü olan Hıristiyanlıktır. Ancak bütün bu ön yargı bir seyyah olarak Marco Polo’nun gözlemelerini çok fazla zedelemez.

Doğu Hıristiyanlığının bir kolu olan Nasturiliğin Orta ve Doğu Asya’da yaşayan Türkler ve Moğollar arasında sıkça rastlanan bir din olması bizim resmi tarihte pek yer almayan bir bilgi olduğunu belirtmekte yarar var. Nasturilik Roma Katolikliğine göre sapkın bir mezhep sayılmaktadır, ancak her şeye rağmen, bir Müslüman-Budist çölünün ortasında vaha gibi görünür Poloya. On ikinci yüzyıl boyunca Avrupa’da doğudan gelerek Müslümanları ve Persleri yenen, Çoban-Krallar soyundan gelen Rahip Jean a dair efsaneler anlatılır. Marco Polo doğuda Rahip Jean’ın Cengiz Hanla savaşmış Hıristiyan-Türk boyu Oengutların kağanı olduğuna karar verir. Rahip Jean efsanesi, Roma Kilisesine biat etmiş bir Moğol-Çin İmparatoruna dair arzuyu sürekli canlı tutar, bu yüzden Pololar Avrupa’da gittikleri her yerde ilgi ve heyecanla karşılanırlar.

Marco Polo’nun yapıtını okumanın en heyecan verici yanlarından birisi, birçok tarihi metni okurken olduğu gibi, geçmişe dair tasavvurlarımızın ne kadar yaşadığımız an merkezli olduğunu farkına varmamızdır. Genellikle yaşadığımız çağda vuku bulan olayların sadece içinde bulunduğumuz döneme özgü olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. İlerlemeci tarih algısının etkisi ile geçmişe baktığımız için eskinin yaşadığımız dünyaya göre geri olduğunu düşünürüz.Araya yüzyıllar girince de, geçmiş sandığımız şeye dair imgelerimiz iyice bulanıklaşır. Marco Polo’nun Moğol-Çin İmparatorluğuna dair söyledikleri bu algımızı sarsacak gibidir.Nüfusu bir milyonu geçen Hanbalık (Moğolların dilinde Pekin’e böyle diyorlar) neredeyse bir modern kent kadar ayrıntılı tasarlanmış bir kenttir. Kentin mimarisi, idari yönetimi ve iktisadi hayatı hayret uyandırıcı şekilde, gelişmiş ve karmaşıktır. Kubilay Hanın kurduğu iktisadi nizam bize oldukça tanıdık gelecektir. Polo bunu, “Büyük Han, Nasıl Para Yerine Kağıdı Harcatıyor” aktarır. Kubilay İmparatorluğunun içinde kendi bastığı kağıt paranın kullanımını zorunlu kılar. Ülkedeki bütün zenginlikler, değerli taşlar, inciler, altın, gümüş kağıt para ile satın alınabilir.Para basma yetkisi sadece ve sadece Handa olduğu için, neredeyse dünyanın tümüne sahiptir. “Ve aynı zamanda bu para yollarda yanlarında taşımak için başka her şeyden daha hafiftir. Ve size hiç hatasız anlatıyorum ki, bu tacirler yıl boyu defalarca dört yüz bin Bizans altını değerinde mal getirirler; ve Büyük Efendi her yıl bunlardan satın alır ve tüm bunları işittiğiniz gibi, kendisine pek aza, hatta hiçe mal olan kağıt paralarla ödetir.” Durum günümüz dünyasında ABD nin Dolar aracılığı ile dayattığı hakimiyete ne kadar da benzemektedir. Eserden çıkarılacak önemli bir gözlem de tarihin derinliklerinden gelen ve hiç değişmediğini sanılan mistik simgelerin, çağlar boyu nasıl bir değişime uğradığının ortaya çıkmasıdır. Yerasimos kitabın önsözünde Orta Çağ Hıristiyanlığının bir çok simgesinin nasıl değiştiğini çok güzel bir şekilde anlatıyor. Bunlardan bir tanesi olan kızıl-elma sembolüne dair hikayenin, kitabı Türkçe okuyan okurlar için özellikle ilginç olduğuna inanıyorum.Kızıl Elma Konstantinopolis de Justiniasnus’un elinde tuttuğu yer küredir. Heykel diğer eliyle geleneksel düşmanı yani doğuyu işaret etmektedir. Ancak 1204 deki haçlı seferi sırasındaki kargaşada kızıl elma kaybolunca sembol bir kıyamet efsanesine dönüşür. Kentin Doğudan gelen Müslümanlardan korunabilmesi için Kızıl-Elmanın bulunması, bu sayede düşmanları def edecek kudrete erişilmesi haklın sürekli bir beklentisi haline gelmiştir.

Poloların seyahati post-modern çağ insanı içinde yaşadığı dünyaya kurduğu ilişkilerden biraz farklıdır. O çağda bütün çekiciliğine karşın seyahat henüz on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi estetikleştirilmemiş, yirminci yüzyıldaki gibi sıkıştırılıp donuk bir görüntü haline getirilmemiştir. Pololar Doğu Akdeniz’den, Çin’e doğru yola çıktılarından nasıl bir rota izleyebileceklerini, hangi tehlikeler karşılaşacaklarını, ne kadar sürede varacaklarını bilemezler.İlk yola çıktıktan beş yıl sonra Kubilay Han’ın sarayın varmışlardır. Açıkçası Pololar gerçekten evlerinden, yurtlarından ve içine doğdukları kültürden çok uzaklara gitmiştir. Oysa bugün aynı yolu en az evimizdeki konforla sadece birkaç saatte kat edebiliriz. Fiziki olarak aynı mesafeye gitsek de aramızda temel bir fark vardır. Pololar seyyahtır biz ise turist.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Muhazakar Dosktoyevski’nin Devrimci Romanı Üzerine

Romanları ile on dokuzuncu yüzyılın sınırlarını aşmış bir romancı olarak Dostoyevski yaşadığı dönemde bile güçlü Rus romanı geleneğinden ayrı bir yere konmayı hak etmiştir. Kendi deyimi ile ‘insandaki insanı’ anlatır Dostoyevski; başka şekilde söylersek, sonsuz iyilik ve kötülük potansiyeli olan insanı, ölümün, suçun, deliliğin, alçaklığın, yeraltı ile gün ışığının eşiğindeki insanı, nihaileştirilemeyen, asla tamamıyla bilinemeyecek ve ele geçirilemeyecek insanı, hakkında son sözün henüz söylenmediği insanı. Romansal anlatının ancak tarihin belli bir anında ortaya çıkması gibi Dostoyevski’nin insanı da ancak belirli şartlar altında ve belirli bir dönemde ortaya çıkabilirdi. Dostoyevski, yaşadığı kentin Petersburg’un, Yeraltından Notların kahramanın deyimi ile “Dünyanın en soyut ve amaçlı”, şehrinin romancısıdır herşeyden önce . Petersburg, onsekizinci yüzyılın başında Rusya’nın batıya açılan penceresi olarak, Neva Irmağı deltasına kurulmuş bir kenttir. Tam da modernliğin kuruluş, yıkım yeniden kuruluş döngüsüne uygun bir balada benzer Petersburg’un hikayesi. Ancak on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, durum tamamen değişmiştir; Rus çarlığı doğru bir öngörü ile kendisine yönelecek bütün tehditlerin modernleşme ve sanayileşmeden doğacak yeni sınıflardan, yani burjuvazi ve proletaryadan doğacağını tespit etmiş, bu yüzden Avrupa’daki bütün gerici akımları desteklemiş, ülke içinde başı boş köylü toplulukların kent kapılarına yığılmaması için, geleneksel köylülük ve serflik ilişkileri aracılığı ile tarihi dondurmaya çalışmıştı. Rus eliti maddiyatçı modernleşmeye her zaman kuşkuyla, yukarıdan bakmıştır. Rus köylüsünde somutlaşan idealist, manevi yönden sağlam Rus ruhunu öne çıkarmaya çalışmıştır.Kuşkusuz bu tercihler, koyu bir istibdat rejimi yaratır. Bizdeki II. Abdülhamit dönemi ile paralellikleri olan, I. Nikolas dönemi(1825-1855), tam da böyle bir dönemdir. 1821’de doğmuş olan Dostoyevski’nin hayatında bu dönem, idam mangasının karşına geçmek, Sibirya’ya sürülmek gibi çok derin izler bırakacaktır. Ancak hiçbir hükümdarın gücü tarihin çarkını tamamen durdurmaya yetmez. Sanayi proletaryasının bilinçli olarak geciktirildiği Petersburg sokaklarında, egemenlerle, aristokratlarla, subaylarla beraber, kez eğitimli proleterler, yani memurlar dolaşmaya başlar. İlk kez Puşkin’de ortaya çıkan memur, Petersburg’un kurucusunun putunun karşına dikilir ve “Henüz hesaplaşmadık!” diye haykırır. Ürkek ve kırılgan bir haykırıştır bu, gerisin geriye kaçmaya başlar ve Bronz Süvari peşine düşer, kentin her yerinde arkasından gelen heykelin metalik ayak sesleri çınlar kulağında. Gogol, iletişimin, karşı karşıya gelmenin, eşitmiş gibi davranmanın mekanı olan kent sokaklarında bulvarlarında var olmaya çalışan memuru anlatır. Ancak kentte varolmak aynı zamanda görünür olmak, izlenmek ve gözlenmek anlamına gelir. Gogol’un memuru, Palto’da bulur çözümü. Bütün imkanlarını zorlayarak, borçlanarak, güçsüz benliğini ve yoksulluğunu örtecek bir palto edinir, ama komik duruma düşmekten kurtulamaz. Dostoyevski’nin 1846’da yayınlan ilk romanı İnsancıklar Gogol’un memurunun belirgin bir şekilde devamıdır. Eser, Palto’ya açık göndermelerde bulunur. Bu yönüyle Dostoyevski Rus geleneğinin devamıdır, ancak bu geleneği yeniden yorumlayarak zenginleştirmiş memur Makar Devuşkin’in kişiliğinde evrenselleştirmiştir. Gogol’un Palto’sunu okuyan Devuşkin, şiddetle itiraz eder;
“Ne demek bu! İnsan artık köşesinde bile-bu köşe nasıl olursa olsun- huzur içinde yaşayamayacak mı ?(…) İlle de birinin sizinle uğraşması, özel yaşamınıza köşeciğinizde sizi huzursuz etmesi mi gerek? Örneğin yeleğiniz var mı ,iç çamaşırlarınız yeterli mi, çizmeleriniz tabanı sağlam mı ? Ne yiyip içiyorsunuz, neler yazıyorsunuz bütün bunları bilmeleri gerek öyle mi ?(…) Bazı insanların yokluk içinde olduğunu, çay içmek için bile para bulamadığını yazmanın ne gereği var? Sanki herkes çay içmek zorundaymış gibi.”

Yoksulluğunun uluorta sergilenilmesi, hayatının önemsiz bir temaya dönüştürülmesi Devuşkin’in onuruna dokunur. Devuşkin gibi, varolmak için asgari bir gurura sahip olan birey izleği Dostoyevski’nin sonraki yapıtlarında olgunlaşır, derinleşir ve özellikle de Yeraltından Notlar’da doruğa ulaşır. Rusya gibi Avrupa’nın en katı kast sistemi ile tabakalaşmış bir toplumunda, aşağıdan gelen insanların düşebilecekleri en korkunç durum, insanların, özellikle de yukarı sınıftan gelen konteslerin, düşeslerin bakışlarının kendilerine yönelmesi, Palto’larını delerek korkunç yoksulluklarının şahitlik etmesidir. Yine de bu korku benliğin derinliklerinden gelen görünür olma arzusunu gemleyemez. Çünkü sefil bedenlerinin ve acı çeken ruhlarının hiç farkedilmemesi daha büyük bir felakettir. Bu yüzden Petersburg’un can damarı Nevksi Bulvarında varolmaktan başka şansları yoktur. Sığınacakları yer ise Palto’ları değil, kendilerine olan öz-saygıları ve onurlarıdır. Nevski Bulvarında ‘böcek gibi kıvrılarak’ soylulara, subaylara yol vermeden,’medeni insanlar’ gibi dümdüz yürüyebilmek, onlar için çoğu kez bireysel bir politik eylem olmuştur.

Ancak unutmamak gerekir ki, Dostoyevski kahramanları için ülkü her zaman eylemden önce gelir ve bir şekilde eyleme dönüştüğünde her zaman bireysel bir nitelik taşır. Bu yüzden olsa gerek, kendi yoksullukları ya da ezilmişlikleri ile baş etmeye çalışırken, genel anlamda yoksulluğun kaynaklarının ortadan kaldırılmasını talep eden siyasal eylem karşısında son derece duyarsızdırlar. Bir anlamda anti-reformisttirler. Dönemin radikal öğrenci hareketinin bir komplosunu konu alan ve yazılmış en güçlü politik roman olan Ecinliler’de tavır küçümsemeye hatta düşmanlığa dönüşür. Bir düşünce adamı olarak Dostoyevski ‘yeni fikirlerin’ hristiyanlığı toplum hayatından çıkardıklarına, dolayısıyla insanın ahlaki davranmasının kaynaklarını kuruttuklarına inanır. Ahlaktan mahrum kalmış insanlar amaçlarına ulaşmak için her türlü kirli yolu kullanmaktan geri durmazlar. Zaten ulvi gibi gösterdikleri amaçları da kendi sefil benliklerinin zayfılıklarını örtmek için kullandıkları basit araçlardan öteye gitmez. Dostoyevski ne kadar kendini yeni fikirlere karşı siper etmeye çalışırsa çalışsın, romanları hem yaşadığı çağda hem de günümüzde radikaller ve muhalifler için esin kaynağı olmuştur. Çünkü Dostoyevski romanı, yazarının bakış açısını bile, diğer görüşlerle eşitleyebilecek denli güçlü bir çok sesliliğe ve renkliliğe sahiptir. Üstelik farklı bakış açıları ya da fikirler kendi başlarına yalıtılmış bütünlükler olarak durmazlar. Bitimsiz bir çatışma, kışkırtma ve büyük bir diyalog içerisinde var olurlar. Dostoyevski kahramanları dünyaya ve kendilerine dair son sözü kendileri söylemek isterler her zaman. Yazarın nihaileştirici, betimleyici sınıflandırıcı, tek sesli söz içersine sığmazlar. Bu yüzden Devuşkin’nin yukarıdaki itirazı sadece politik anlamda değildir, tek sesli romanın estetik ve biçimsel yapısına da ciddi bir eleştiri içerir.

Marx’ın “Katı Olan Herşey Buharlaşıyor” diye özetlediği on dokuzuncu yüzyıl kent modernleşmesine en uygun sanatsal formun Dostoyevski’nin Romanında yankısını bulduğunu iddia etmek mümkündür. Nerdeyse bütün ondokuzuncu yüzyılda kent, otorite ile özgürlük arasında büyük bir salınımda gidip gelmiştir. Her an işçiler, memurlar, öğrenciler, köylüler, kendilerine biçilmiş kimlikleri parçalayabilir kendi benliklerinin sınırlarını aşıp otoritenin karşısına dikilebilirler. Kenti duragan otoriter gündelik rutininden çıkartıp, herkesin kendi dili ile konuştuğu bir karnaval alanına çevirebilirler. Denemelerinin tümü başarısız da kalsa, “insandaki insan” kendini ve hayatı dönüştürecek güce ve potansiyele her zaman sahiptir.

7 Kasım 2008 Cuma

Burjuva Dünyasının Niteliksizleşmesi

Yozlaşma ve çürümenin (decadence) en parlak tasvir edildiği metinlerden biri olan Niteliksiz Adam’dan söz etmek için şu günlerden daha uygun bir dönem olamazdı herhalde. Ünlü Avusturyalı yazar Robert Musil eserini Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, 1921 yılında yazmaya başladı. 1942 yılında dünyadan ayrıldığında yozlaşma çağının bu benzersiz kara mizahını henüz tamamlayamamıştı.
Niteliksiz Adam çökmekte olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son yıllarını anlatır. İmparatorluk kaçınılmaz bir çözülüşe doğru hızla ilerler. İnsanlar bu kaçınılmaz sonun tamamen farkındadırlar. Hiçbirşey yapılamaz ya da yapılan hiçbir şey gerçek anlamda bir değer taşımaz.
Musil benzersiz üslubu ile şöyle tanımlar İmparatorluğu : “anayasına göre liberaldi, ama klerikal yönetilmekteydi. Klerikal Yönetilmekteydi ama özgür düşünceli yaşamaktaydı. Yasanın önünde bütün vatandaşlar eşitti, ama zeten herkes vatandaş sayılmıyordu. Bu ülkede –kimi zaman tutkunun ve onun sonuçlarının en yüksek derecelerine varana değin- hep düşünüldüğünden farklı davranılıyor ya da davranıldığından farklı düşünülüyordu.”
Elbette Musil’in gözlemi, çökmekte olan bir “devlet” için kaygılanmaktan ileri gidemeyen Tanzimat Edebiyatı’nda örneklerini sık sık gördüğümüz gibi yüzeysel bir gözlem değildi. Söz konusu olan çürümeye doğru giden ve bu durumu değiştirmeye takati olmayan bütün bir burjuva uygarlığı ve burjuva pragmatizmiydi : “... her türlü Ya O – ya da Bu’ya karşı büyük tarihsel deneyimlerden kaynaklanma bir kuşkuyla doluydu ve hep dünyada kendisini sonunda uçuruma sürükeleyenlerden çok daha fazla sayıda karşıtlıklar bulunduğu sezgisi içindeydi. Bu imparatorluğun yönetim ilkesi Hem O- Hem de Bu’ydu, veya daha iyisi bilgece bir ılımlılıkla, Ne O- Ne de Bu’ydu...” Avusturya monarşinin bu eylemsiz çözülüşü toplumun bütün moleküler yapılarına ve dahası bireylerin iç dünyalarına kadar nüfuz etmişti. Parçalanmanın merkezkaç kuvvetlerini bir birlik etrafında toparlayamayan bu süreç toplumsal dayanışmanın da ortadan kaybolmasına sebep oldu ve birey kaçınılmaz olarak kendi üstüne kapandı.

Dekadans Üzerine

Robert Musil’in içinde yaşadığı dönem, Nietzsche’den , Lenin’e kadar birçok Avrupalı düşünür, sanatçı ve politik liderin dekadans’dan söz ettiği bir dönemdi. Nietzsche’nin dekadans tanımı en berrak olanlardandır. “Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Elbette Nietzsche’ye göre bu yozlaşma, ciddi bir güç yitmini getirir beraberinde. “... güç isteminin eksik olduğu yerde düşüş vardır . “Savım insanlığın bütün en üst değerlerinde bu istemin eksik olduğudur,- en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde tutanların, düşüş değerleri, nihilistik değeler olduğu”.
Dekadans (düşüş) kavramını Lenin’in biraz daha farklı bir anlamda kullanır. Onun yorumuna göre, emperyalizm aşamasındaki kapitalizm geleceği en üst noktaya erişmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın da kanıtladığı gibi artık kendi başarılarını yıkıma uğratır hale gelmişti. 1848-1933 arası Batı’da yaşanan süreçler Lenin’i haklı çıkarır mahiyetteydi. 1848’de burjuva liberaller istikrar adına demokrasiyi feda edebileceklerini ve halka karşı aristokrasi ile uzalaşabileceklerini göstermişlerdi. 20.yy başında, yaklaşan kirli savaşın önlenemeyeceği kesin gibiydi, hatta sol güçlerin bir kısmı savaş mevzilerinde yerlerini almışlardı. Patlayan savaş anlamsız bir şekilde uzamış ve halkların kıyımı ile son bulmuştu. Rusya dışında bütün Avrupa devrimleri hazin hatta utanç verici şekilde sona ermişti. Lenin’in kendi başlattığı Rus devrimi ise, Stalinist devletin ihyası adına sonlandırılmıştı. 1929’daki ekonomik bunalım, bütün dünyayı kasıp kavurmuş, kapitalizmin bütün değerler sistemi çökmüştü. Ortada kriz ya da bunalımla açıklanamayacak denli derin ve uzun süreye yayılmış bir çöküş vardı. Bu dönem kaba hatları ile 1933’de Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ile yerini başka bir döneme bıraktı.
Henüz kesin teşhis konulmamışsa da dünyanın 11 Eylül’den beri benzeri bir düşüş dönemi içerisine girdiği giderek daha fazla seslendirilir oldu. Bu yüzden de, on yıllar önce yaşanmış ve adı konmuş bir dekadans dönemi üzerine biraz daha düşünmekte yarar var.
Neredeyse bütün düşüş dönemlerinin ortak ruhu, Camus’nun Yabancı romanında anlattığı anlamda, çevresine, topluma ve kendine dair ilginin, merakın ve aidiyetin yok olduğu türde bir yabancılaşmadır. Bireyin varoluşunun anlamını yitirmesidir ve bu süreç akla ve bütün insani değerlere karşı yıkıcı bir yüz çevirmeyi beraberinde getirir. Kişinin kendine ve başkalarına inancı kalmamıştır. Herkes Nihilist, herkes bencildir. Dayanışma, başkasının sorumluğunu yüklenme bir tür budalalık olarak görülmeye başlanır. Hayat büyük bir boşluktan ibarettir, boşluk ise sadece nesnelerin ışıltılı çekiciliği ile doldurulabilir. Gerçeklikle ilişki ikincilleşmiştir. Mistisizm gerçekliğin yerini almıştır. Geçmiş şimdi ve gelecek bağlantısı koparılmış, zaman birbirinden kopuk anların egemenliğine terk edilmiştir. “Şimdi” geçmiş ve geleceğin aleyhine genişlemiştir. Bütün planlar günü kurtarmak için yapılır. Geleceği düşünmek komplocuların tekeline terk edilmiştir. Herşey kaotik bir altüst oluş içersindedir. Bilinemezlik en geçerli ruh haline gelmiştir. Birey sonsuz sayıda niteliklere parçalanmış en sonunda niteliksiz bir hal almıştır. Ayrıntılar sonsuz derece önem taşır hale gelmiştir. Hayatlar küçük ayrıntıların estetize edilmesinden ibaret olarak görülmeye başlamıştır. İrade ve güç istenci sonsuza kadar ertelenmiştir. Değişime dair bütün umutlar yok olmuştur. Çıkış yoktur. Bütün bunlar bireyi kırılgan hale getirir. Birey kırılgandır, iktidar karşısında savunmasızdır. Önce biat eder sonra da iktidarın ideolojisinin kuruluma gönüllü katkıda katılım sağlar. Zaten bu gönüllü katılım süreci yoğunlaştıkça faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlamıştır.

Niteliksiz Adam ve Dekadans

Musil edebiyatın bir misyonu olduğuna inanır. “Edebiyat, özünde daha yüksek düzeyde bir insanlık uğruna verilen kavgadır; bu amaç doğrultusunda edebiyat, var olan üzerinde bir araştırmadır, ve serinkanlı kuşkunun erdeminden yoksun bir araştırmanın herhangi bir anlamı yoktur.” Çökmekte olan bir toplumda yazan yazarın önünde iki seçenek vardır. Ya çamuru görmezden gelecek ve çöküntüye güzelleme düzülecektir, ya da bütün çıplaklığı ile olan biteni anlatacaktır. Musil birinci seçeneği kabul etmez kuşkusuz. Ancak yozlaşmayı bir ayna gibi yansıtmak yeter midir ? Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, sanatçı yaşadığı toplumu bir haberci ya da turist gibi dışardan anlatamaz. Sanatçı vakaların, insanların kurumların içine nüfuz etmiştir. Tam da bu noktada, tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Azar azar da olsa yaşadığı çağın zehirli atmosferi sanatçının ciğerlerine sızmıştır, onu da zehirlemiştir. Sanatçıyı bu yozlaşmaya karşı çağdaşlarından daha dayanıklı kılan nedir? Musil’in buna cevabı şu olurdu, bizler soğunkanlılıkla var olanı araştırmaktayız farkımız olsa olsa ileriye doğru yanılmamız olur. İleriye doğru yanılmanın ilk tezahürü de varolanının anaforuna kapılmamak olabilir. Musil bujuva uygarlığının çürüğünün ve sonunun geldiğinin farkındadır. Ancak burjuva uygarlığının yerinin ne alacağını sorusuna dair çok fazla çözümü yoktur. Yıkılanın yerine ne kurulacağına baştan savma bir cevap uydurmaktansa, sorunu başka bir bağlama havale etmek daha akıllıca bir davranıştır kuşkusuz. Çürümeyi örtbas etmek için insanların içine girdikleri iki yüzlü çabayı bütün açıklığı ile sergilemek böyle dönemlerin en başat ruh hali olan “çıkış yok” söyleminin prestijinin sarsılmasına sebep olabilir. Çürümenin mantıksal sınırlarına kadar götürlerek sergilenmesi her geçen gün daha fazla insanın “mutlaka bir çözüm olmalı” yönündeki arayışa katılmasına muazzam bir katkıda bulunur. Gerçekte ihtiyacımız olan da budur...

30 Ekim 2008 Perşembe

Elektronik Yayıncılık Özel Mülkiyete Karşı Kullanılabilir mi ?


13/04/2007

Sözün, bilginin ve sözel sanatların elektronikleşmesi üzerine biraz daha ayrıntılı düşünmek, zorundayız. Acaba elektronik üretim ve yayın, getirdiği imkanlar ve kısıtlamalarla sözün içeriğine dair değişikliklere yol açar mı? Üretilenlerin daha kolay dağıtılır ve erişilebilir olması, sadece nicel bir yenilik midir? Sanat ve bilgi üretimi için kapalı uzmanlık disiplinlerinin kalıpları yıkılmış, üretim bir anlamda demokratikleş midir? Öyle ise, bu sanatların ve bilimin özerk alanını kaybetmesi anlamına gelir mi ? Yazılışının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Benjamin’in ünlü makalesinin- “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”- izleğini takip etmenin bu konuda faydalı sonuçlar ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Benjamin bu makalede, teknik aracılığı ile yeniden üretilen sanat eserinin kendine özgü atmosferini (aura) kaybettiğini söyler. Çağlar boyu özgün sanat eserinin şimdi ve buradalı’ğı onun hakikiliğini belirleyen ana etken olmuştu. Dolayısı ile özgün eserin ana koşulu kendi biricikliğinin çerçevelediği kutsallık atmosferiydi. Oysa teknik yeniden-üretim çağında sanat yapıtını belirleyen etken eserin sergilenme ve yayılma koşullarıdır. Bu durum en başta, sanatı kült ve kutsallık temelinden ayırdığı için, onun kendine özgü özerk bir alan olmasının da aşındırmaya başlar. Artık izler kitle, eserle kurulmuş herhangi bir ilişkiden etkilenmesi söz konusu olmayan, daha çok nesnelerin betim ya da kopya aracılığı, gerçeğe en yakın görüntüsü ile el altında bulunmasını isteyen bir bilirkişiye dönüşür. Sanat yapıtının teknik olanaklarla yeniden üretilmesi, daha önce görülmemiş bir toplumsal yaygınlığa ve kitlesel bir etkiye sahip olmasını sağlar. Tüketim mekanizması sanatın bu niteliğini keşfetmekte geç kalmaz, hatta kışkırtır. Sonuç olarak, diğer tüketim nesneleri gibi hızla tüketilen gelip geçici sanat eserleri, piyasa koşullarına uyum sağladıkları ölçüde kitlelere ulaşabilirler.

Elektronik yayıncılığın ve internetin getirdiği en büyük farklılık, sözel bilginin ve sanat eserinin yayılmasının önündeki basma ve dağıtma engellerinin kalkmış gibi olmasıdır. Sözün bu denli kolay yayılması değeri hakkında kuşkular yaratır. Çünkü basılı yayın çağında bir fikrin ya da eserin kitap haline getirilip piyasaya sunulması bile ona belirli bir değer ve güvenirlik katıyordu. Dağıtımın neredeyse sıfır maliyette olduğu bir ortamda, söz değerinden bir ölçüde kaybetmiş olabilir ve Benjamin’in işaret ettiği anlamda özerkliğini yitirebilir. Ancak bu noktaya gelmeden, son yıllarda insanların sözlerini, elektronik ortamlarda nasıl yaygınlaştırdıklarına kısaca bir göz atmanın faydası var.




Webbloglar
Önceleri internette bir sayfayı yayınlamak için alan adı almak, kendinizi kaydettirmek, ücret ödemek zorundaydınız. Bu bir anlamda kitap ya da dergi yayınlamak için verilen çabalara benziyordu. Oysa son birkaç yılda gelişen webbloglar, yayınlama meselesine büyük bir çözüm getirdi, artık sadece birkaç dakikada kendinize ait bir web sayfası edinebilir ve bu sayfayı istediğiniz içerikle doldurabilirsiniz. Yaygınlaşmasını iki binli yıllarda sağlayan “blog“lar aslında internetin kişiselleşmesi anlamına geliyor, bu sayede bireyler de dışa açılır, sergilenir hale geliyor.

Bloglar ilk zamanlarda çevrimiçi-günlükler gibi açılıyor, insanlar çeşitli konular hakkındaki fikirlerini duygularını her gün yazıyordu. Ancak son yıllarda konular ve işlevler çeşitlendi. Özellikle 11 Eylül saldırıları ve Irak savaşından sonra bloglar ciddi bir politik işlev üstlenmeye başladı. Birçok blog sahibi kendisini, daha çok ana akım medyadan farklı yeni tür bir gazeteci olarak görmeye başladı. Üstelik ana akım medyada, yazan bir kısım yazar da, kendine ait bloglar oluşturdu. Bugün dünya üzerinde düzenli güncellenen ve ziyaret edilen milyonlarca blog var. Blogların bu denli yaygınlaşmasına televizyon zamanından kalma görünme arzusu eleştirilerinin yöneltildiğine tanık olmaya başladık. “Herkes on beş dakika ünlü olacak” ifadesi gibi, herkesin bir blogu olacak deniyor. Ancak televizyonda, söylenilen sözün hak ettiğinin çok ötesinde ama geçicilikle malul bir yaygınlığa sahip olduğunu hatırlatalım. Oysa okunmaya ve yazmaya değer bir blogu ayakta tutmak için, geçici bir şöhret uğruna harcanacak olandan çok daha fazla bir emek harcamak gerekiyor ve sonunda en çok okunan bloglar bile sizi televizyondaki kadar ünlü yapmıyor.

Blog yazarlığının kaynağı bir uzmanlık ya da sanat alanı değildir. Benjamin’in deyimini tekrarlarsak, artık yazarlık bir anlamda kamunun malı haline gelmiştir. Peki, bu anonimleşme ve yaygınlaşma arasında sanatın bir anlamı kalır mı? Örneğin Bloglar arasında çırpınan bir edebiyat mümkün olur mu acaba? Aldous Huxley, dağıtıma giren yazılı malzeme sayısı arttıkça, aralarındaki döküntülerin oranının da kaçınılmaz olarak artacağını iddia etmişti. Böyle bakarsak, internette birikmiş onca sözü bir anlamda çöp olarak görmemiz gerekiyor. O zaman da bir dizi soru üzerine yeniden düşünmek kaçınılmaz hale geliyor: Sanat gücünü ve tanımını sadece, ender üretilebilir ve zor ulaşılabilir olmasından mı alır? Sanat sadece kabul edilmiş ortamlarda üretilince mi mümkün olur? Mesela, Dostoyevski “Bir Yazarın Günlüğü”nü internette yayınlasaydı yine çöp sayılır mıydı? Ama şu da sorulabilir, neden “Gerçek Yazarlar” eserlerini bloglarda yayınlamazlar? Hala bir sanatın özerk tanımına ihtiyacımız var mı?

Benjamin sanatın kutsallığını yitirmesine, “sanat sanat içindir” ilkesi ile cevap verildiğini iddia eder. Bu ilke sanat eserinin yaygın olarak dağıtılmasını kesinlikle red etmez, tam tersine bu kanalları sonuna kadar kullanır. Farkı estetiği, amaçlaştırmasındadır. Faşizmin savaş ve kahramanlığa yaptığı övgü ile politikayı estetikleştirdiğini düşünür. Ona göre Faşizmin amacı proleterleşmiş kitleleri, mülkiyet ilişkilerini sorgulamadan, harekete geçirmektir. Bu yönüyle de, insani ve ahlaki prangalarından kurtulmuş, sadece kendine özgü saldırgan bir estetiği amaç edinmiş popüler bir sanat faşizm için bulunmaz bir araçtır. Burada yaygınlığın ikinci yüzüyle karşılaşıyoruz; henüz mümkün olmayanı talep etmekten vazgeçmiş sadece varolanı estetikleştirmeye çalışan, anonim bir söz üretiminin baskıcı ve totaliter yüzü. Böyle anlarda söz söyleyen özne sayısını çokluğu basit bir istatistikten öte bir anlam ifade etmez, çünkü neredeyse bütün özneler aynı söylemsel kuruluşa katılarak kendi benliklerini eritirler.

Türkçe bloglar arasındaki yeknesaklığın ve totaliter eğilimlerin bu konuya iyi bir örnek oluşturduğunu iddia edebiliriz. Türkçe blogların önemli bir kısmı, dünyadaki genel eğilimin tersine, ana akım medya söyleminden farklarını değil, benzerliklerini öne çıkarmaya özen gösterirler. Bu yüzden de türkçede ciddi emek verilmiş özgün blog sayısı son derece düşüktür. Ancak bu bile egemen otoriteyi yeterince rahatsız etmiş olacak ki, geçtiğimiz günlerde webblogların büyük bir bölümünü barındıran “blogspot” sitesine erişim engellendi. Erişim engellemek çok Foucault’cu bir kavramdır aslında. Foucault, kapatma pratiğinin mahkum kadar dışarda kalanlar içinde bir anlam taşıdığını ve metaforik olarak dışarıdakilerin de kapatıldığını öne sürmüştü. Türkiye usulu site kapatma kavramın metaforik anlamda değil, dolaysız kullanımına tekabül ediyor. Çünkü kamu otoritesi fiziken söz konusu siteyi kapatmıyor ya da kapatamıyor. İnternet kullanıcılarını bu siteye kapatıyor/erişimi engelliyor.



Mülkiyet Meselesi

Dağıtım ve erişimin kolaylaşması kaçınılmaz olarak bir mülkiyet sorunu gündeme getirir. Aslına bakarsanız bugün mülkiyetin tek sorgulandığı alan, elektronik üretim ve dağıtım alanlarıdır. Ancak burada da büyük mülk sahipleri kaçınılmaz egemenliklerini kurmuş gibidirler. Mülk sahiplerinin savunma gibi görünen her hamleleri aslında mülkiyete konu olabilecek alanlar genişleten bir saldırıdır aynı zamanda. Entelektüel telif hakları gibi şık adlandırmalar altında aslında mülkiyet olmaması gereken bir dizi konuyu para iktisadının kapsamı içine almaya uğraşmaktadırlar.

Ancak burada ilginç bir gözlem de şudur, geleneksel ortamlardan elektronik ortama aktarılmış eserler, doğrudan internet için üretilmiş olanlardan daha şiddetli bir mülkiyet kuşatması ile karşı karşıyadır. Örneğin bloglardan daha çok kitaplarda yayınlanmış fikirler, özel mülkiyetin konusu olarak görülür. Bu da yayın dünyasının piyasa çerçevesinde oluşturduğu gücün ve Aura’nın bir süre daha geçerli olabileceğinin göstergesi olarak okunabilir. Kanımca, bizlere düşen mülkiyete konu olacak yeni alanlar açarak, sermayenin yaygınlaşmasına yardımcı olmak değil; giderek daha fazla konuyu, sermaye hakimiyetinden kurtararak özgür kılmaya çalışmaktır.