13 Kasım 2008 Perşembe

buzlar kirilirken

İsveçli yazar Mikael Niemi, “Buzlar Kırılırken” adlı romanında sadece bize değil “İsveç”in kendisine de uzak bir mekandan, kuzeyde Finlandiya sınırında Pajala bölgesindeki Vittula kasabasında geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarını anlatıyor. Gecelerin ve kışların çok uzun geçtiği bölgede, yaşamayı,yemeyi özellikle de içmeyi seven, zorlu koşullara teslim olmayan renkli alçak gönüllü ve mizah duygusu sağlam insanlar yaşamaktadır.Bir Tornedalen Marşında şöyle sözeder oralardan.

Tornedalen’in vadi ve tepelerine
Söyleriz minnettarlık dolu marşımızı.
Geçireceğiz son günlerimizi,
Gösterişten uzak kuzeydeki topraklarda.


Yıkılmadan en çok içme, saunada en uzun kalma gibi meziyetleri ile övünen erkekler, her yaşta ergenliğe yeni adım atmış birer oğlan cocuğu olarak kalırlar. “Görkemli ölümleri” arasında intiharları, savaşları, saunada geçirilen kalp krizleri ve alkol zehirlenmeleri vardır. Taşranın mizah yüklü ben merkezciliği ile kendilerine benzemeyen her davranışı knapsu yani kadınsı olmakla itham ederler. Tahmin edileceği gibi elbette knapsu sadece yabancılara özgü değildir,her şanlı Tornedalen erkeğinin başına her an gelebilecek bir tehlikedir. Romanın kahramanı, ki yazarın kendi hayatı ile paralellikler taşır, yoğun geleneksellikle örülü ortamda, yer yer sıkıntılı, yer yer eğlenceli bir büyüme sürecindedir anlatı boyunca.

Uzaklara doğru çok boyutlu bir yolculuğa davet eder bizi. Mekanın farklılığından kaynaklanan bir yolculuktur öncelikle söz konusu olan, uzun yollar kat edilerek gecenin ve gündüzün ritmlerinin bambaşka olduğu, buzların şiirsel bir şekilde kırılarak uzun kışların bitimini müjdelediği, insanların iklimi ve coğrafyayı daha duyumsayarak yaşadığı kapalı bir bölgeye varırız. Uzak kuzeye dair imgelerimize çoğunlukla derin bir iç sıkıntısı sanısı eşlik eder. Bitmeyen günler, uzun beyaz geceler, buzlu bir coğrafya, kapalı mekanlar. Ancak Niemi’yi okurken ister istemez bu imgelerden doğrudan, yoğun bir can sıkıntısının ortaya çıkmayacağını anlıyorsunuz. Çünkü Vittula’daki insanlar aslında sıkılmıyorlar. Yaşadıkları yerlerden göç edenler, ya da sürekli bir göç etme arzusu ile yaşayanlar var elbette. Ancak bu durumun Baudelaire’ın şu dizelerde bahsettiği “iç sıkınıtısı”ından farklı olduğunu düşünüyorum: “Karakış bütün kente karşı öfkeli, kızgın,/Testisinden karanlık soğuk döküyor yine/Solgun sakinlerine komşu bir mezarlığın/Ve ölümlülük sisli mahalleler üstüne.”

Baudelaire’in dizlerinde ama belki de bütün yapıtında hakim olan, belli bir mekana ve zamana; modern metropole özgü köksüzleşmenin sonucu ortaya çıkmış bir zihinsel sıkıntıntıdır. Bir karşılaştırma yapabilmek için belki bir parça, soyut metropol hayatı ile, Vittula gibi uzak taşra kasabalarındaki hayatın duyusal imgeleri üzerine düşünmekte yarar var. Metropol hayatı, sürekli farklılışan ve hızla değişen imgelerle çevrilmiştir. Metropolun ritmi, herkes için dışsal ve tahakküm edici bir etkiye sahiptir. Bir büyük kentte yaşayan hemen herkes zaman sıkıntısı çeker. Acıları da, sevinçleri de, şaşkınlıları da uzun uzadıya yaşayacak zamanımız yoktur. Fenomenlerin bu denli ardışık/eşzamanlı ancak her durumda sıkışık anlara bölünmüş bir şekilde akması, tinsel dünyamız açısından ciddi bir uyum sağlama sıkıntısı yaratır. Bu yüzden metropol hayatına uyum yeteneği en yüksek olan uzvumuzla, yani zihnimizle uyum sağlarız. Zihnimiz farklılıklar arasında bir çok yöne dağılarak sayısız fenomene parçalanır ve yeniden bütünleşir. Bu durumun birçok farklı muhtemel sonucu olabilir: Ancak bizim konumuz açısından en önemli sonuçlarından biri, ciddi bir farkındalık yitimi ile malul kalışımızdır. Herşeyin hızla üzerimize boca edildiği otoyol seyhatleri dışında doğa ile karşılaşmaya bizler,Vittula insanlarının her bahar başlangıcında tecrübelediği; “eriyen buzların kaslarının şişirdiği nehirlerin harika kabarışını”nın ruhularımıza vereceği yenilenme ve yaşam gücünü hemen her defasında ıskalarız. Modern metropol hayatı, ömrümüzün bütün anlarını, büyük bir arsızlıkla çekip almasına, çalışma zamanlarımızı, boş zamanlarımızı tatillerimizi ve seyehatlerimizi doldurmasına rağmen, bizi onulmaz bir can sıkıntısına mahkum etmesinin sebeplerinden biri, hep bir şeylere yetişmeye çalışan gözümüzün bir anlamda “vicdanını” yitirmesi olabilir. Belki de kendi mutsuz bakışımızı taşraya da sirayet ettirip; imgelerin sınırlı, zamanın yavaş olduğu küçük kasabalarda çok daha fazla can sıkıntısının olduğunu düşünürüz.

Taşrada zaman tarihsel değildir, günün haftanın mevsimin ve kişilerin yaşam devirleriyle ilerler. Niemi’nin romanına tarihsellik anlatıcının biyografik zamandan geçmişe; çocukluğunun uzak zamanına dönüşü ile katılır. Oysa roman için üretici olan anlık zamandır, yani hiç süresi yokmuş gibi kişinin biyolojik zamanın dışına çıkabilen anlardır. Deyim yerindeyse, bu Vittula’da anlatılan insanların birbiriyle gerçek anlamda karşılaşma anlarıdır; böyle anlarda onları daha iyi tanırız. Bunun en iyi örneklerinden biri, anlatıcının yalnız yaşayan büyük babasının doğum günü için yapılan kutlamadır. Büyük baba başta gönülsüzdür, kutlama biraz hüzünlü, gergin ve biraz basmakalıp başlar. Ancak gece ilerledikçe, içilen içkilerin damarlarına yaydığı sıcaklık hissedilince, insanlar sıkıcı protokol maskelerinden kurtulmaya başlar, yukarıda alıntıladığımız Tornedalen marşı hep bir ağızdan söylenir ve yavaş yavaş samimi varoluşlar ortaya çıkar. Geç saatlerde bir grup avcı da katılır aralarına, ki bunların de en çok övündükleri şey, içkiye ve tabiat koşullarına karşı dayanıklıklıklarıdır. Bu arada, kadınlar, istemeye istemeye evlerine dönerler ve toplantı geleneksel bir erkeksi şölene dönüşür. Satın alınan bütün içkilerin ardından mahzende saklanan zulalar da tükenir. İnsanlar duygulu, iddialı, komik yanlarını, kusan ya da sızan sarhoşluklarını gizlemeden, en samimi duruşlarıyla karşımızdadırlar. Bir ara sızan üç avcının öldüğünü düşünen anlatıcının babası, “kahraman Finlilerin görkemli ölümlerini-en yaygın örnekleri arasında intiharları, savaşları, saunada geçirilen kalp krizlerni ve alkol zehirlenmelerini- sayarak” şöyle devam eder:” Ve bu akşam sevgili ve değerli yakınlarızdan üçü yan yana, aynı anda cennet kapılarından geçmeyi seçmişleridi..”

Romanın geçtiği bölge sadece coğrafi olarak değil, kültürel olarak da İsveç’e uzaktır. "Zamanla, yaşadığımız aslında İsveç’in bir parçası olmadığını anladık. Ezkaza iliştirilmiştik. Kuzeydeki bir ilaveydik sadece. Ucundan kıyısından İsveçli sayılabilecek birkaç kişinin yaşadığı sayılı çorak alanın bulunduğu bir yer.” Yöre halkı deyim yerinde ise, diller arasına sıkışmıştır. “Hiçbirimiz ‘Çocukların en sevidği Aile Şarkıları’ adlı programa yazmaya yeltenemezdik çünkü İsveç Radyosu bizim Finlandiyalı olduğumuzu düşünürdü. (..) Sınav Sonuçlarında ülke genelinde sonuncu. (..) Ne tam bir Finlandiyalı gibi Fince konuşabiliyorduk, ne de tam bir İsveçli gibi İsveççe.” Bizim alıştığımızından biraz farklı olarak insanların dillerini konuşmaları yasaklanmamıştır ve bildiğimiz kadarı ile İsveç bu serbesti yüzünden bölünmemiştir.Yine de Pajalalılar farklığın yaratabileceği gerilimli iki varoluşu aynı anda yaşamaktadırlar: Bir yandan kendi farklılığını silikleştireştirme ve genel norm olana dahil olma, diğer yandan norm-dışılığın sınırlarını belirginleştirerek kalıcı bir sosyal kimlik olarak sahiplenme. Okullardaki resmi dilin İsveççe olması ile pek sorunları yoktur, ama güneyden gelen öğretmenlerden birinin onların dilini anlıyor olması, büyük ve mutlu bir olay olarak anılır. Anlatıcının en yakın arkadaşı Niila’nın Esperando dilini kendi kendine öğrenip konuşması dilsel paraçalanma arasına sıkışmış çocukların yaratıcı bir çözümü olarak görlebilir.

Hiç yorum yok: