7 Kasım 2008 Cuma

Burjuva Dünyasının Niteliksizleşmesi

Yozlaşma ve çürümenin (decadence) en parlak tasvir edildiği metinlerden biri olan Niteliksiz Adam’dan söz etmek için şu günlerden daha uygun bir dönem olamazdı herhalde. Ünlü Avusturyalı yazar Robert Musil eserini Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, 1921 yılında yazmaya başladı. 1942 yılında dünyadan ayrıldığında yozlaşma çağının bu benzersiz kara mizahını henüz tamamlayamamıştı.
Niteliksiz Adam çökmekte olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son yıllarını anlatır. İmparatorluk kaçınılmaz bir çözülüşe doğru hızla ilerler. İnsanlar bu kaçınılmaz sonun tamamen farkındadırlar. Hiçbirşey yapılamaz ya da yapılan hiçbir şey gerçek anlamda bir değer taşımaz.
Musil benzersiz üslubu ile şöyle tanımlar İmparatorluğu : “anayasına göre liberaldi, ama klerikal yönetilmekteydi. Klerikal Yönetilmekteydi ama özgür düşünceli yaşamaktaydı. Yasanın önünde bütün vatandaşlar eşitti, ama zeten herkes vatandaş sayılmıyordu. Bu ülkede –kimi zaman tutkunun ve onun sonuçlarının en yüksek derecelerine varana değin- hep düşünüldüğünden farklı davranılıyor ya da davranıldığından farklı düşünülüyordu.”
Elbette Musil’in gözlemi, çökmekte olan bir “devlet” için kaygılanmaktan ileri gidemeyen Tanzimat Edebiyatı’nda örneklerini sık sık gördüğümüz gibi yüzeysel bir gözlem değildi. Söz konusu olan çürümeye doğru giden ve bu durumu değiştirmeye takati olmayan bütün bir burjuva uygarlığı ve burjuva pragmatizmiydi : “... her türlü Ya O – ya da Bu’ya karşı büyük tarihsel deneyimlerden kaynaklanma bir kuşkuyla doluydu ve hep dünyada kendisini sonunda uçuruma sürükeleyenlerden çok daha fazla sayıda karşıtlıklar bulunduğu sezgisi içindeydi. Bu imparatorluğun yönetim ilkesi Hem O- Hem de Bu’ydu, veya daha iyisi bilgece bir ılımlılıkla, Ne O- Ne de Bu’ydu...” Avusturya monarşinin bu eylemsiz çözülüşü toplumun bütün moleküler yapılarına ve dahası bireylerin iç dünyalarına kadar nüfuz etmişti. Parçalanmanın merkezkaç kuvvetlerini bir birlik etrafında toparlayamayan bu süreç toplumsal dayanışmanın da ortadan kaybolmasına sebep oldu ve birey kaçınılmaz olarak kendi üstüne kapandı.

Dekadans Üzerine

Robert Musil’in içinde yaşadığı dönem, Nietzsche’den , Lenin’e kadar birçok Avrupalı düşünür, sanatçı ve politik liderin dekadans’dan söz ettiği bir dönemdi. Nietzsche’nin dekadans tanımı en berrak olanlardandır. “Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Elbette Nietzsche’ye göre bu yozlaşma, ciddi bir güç yitmini getirir beraberinde. “... güç isteminin eksik olduğu yerde düşüş vardır . “Savım insanlığın bütün en üst değerlerinde bu istemin eksik olduğudur,- en kutsal adlara bürünerek egemenliği elinde tutanların, düşüş değerleri, nihilistik değeler olduğu”.
Dekadans (düşüş) kavramını Lenin’in biraz daha farklı bir anlamda kullanır. Onun yorumuna göre, emperyalizm aşamasındaki kapitalizm geleceği en üst noktaya erişmiş ve Birinci Dünya Savaşı’nın da kanıtladığı gibi artık kendi başarılarını yıkıma uğratır hale gelmişti. 1848-1933 arası Batı’da yaşanan süreçler Lenin’i haklı çıkarır mahiyetteydi. 1848’de burjuva liberaller istikrar adına demokrasiyi feda edebileceklerini ve halka karşı aristokrasi ile uzalaşabileceklerini göstermişlerdi. 20.yy başında, yaklaşan kirli savaşın önlenemeyeceği kesin gibiydi, hatta sol güçlerin bir kısmı savaş mevzilerinde yerlerini almışlardı. Patlayan savaş anlamsız bir şekilde uzamış ve halkların kıyımı ile son bulmuştu. Rusya dışında bütün Avrupa devrimleri hazin hatta utanç verici şekilde sona ermişti. Lenin’in kendi başlattığı Rus devrimi ise, Stalinist devletin ihyası adına sonlandırılmıştı. 1929’daki ekonomik bunalım, bütün dünyayı kasıp kavurmuş, kapitalizmin bütün değerler sistemi çökmüştü. Ortada kriz ya da bunalımla açıklanamayacak denli derin ve uzun süreye yayılmış bir çöküş vardı. Bu dönem kaba hatları ile 1933’de Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ile yerini başka bir döneme bıraktı.
Henüz kesin teşhis konulmamışsa da dünyanın 11 Eylül’den beri benzeri bir düşüş dönemi içerisine girdiği giderek daha fazla seslendirilir oldu. Bu yüzden de, on yıllar önce yaşanmış ve adı konmuş bir dekadans dönemi üzerine biraz daha düşünmekte yarar var.
Neredeyse bütün düşüş dönemlerinin ortak ruhu, Camus’nun Yabancı romanında anlattığı anlamda, çevresine, topluma ve kendine dair ilginin, merakın ve aidiyetin yok olduğu türde bir yabancılaşmadır. Bireyin varoluşunun anlamını yitirmesidir ve bu süreç akla ve bütün insani değerlere karşı yıkıcı bir yüz çevirmeyi beraberinde getirir. Kişinin kendine ve başkalarına inancı kalmamıştır. Herkes Nihilist, herkes bencildir. Dayanışma, başkasının sorumluğunu yüklenme bir tür budalalık olarak görülmeye başlanır. Hayat büyük bir boşluktan ibarettir, boşluk ise sadece nesnelerin ışıltılı çekiciliği ile doldurulabilir. Gerçeklikle ilişki ikincilleşmiştir. Mistisizm gerçekliğin yerini almıştır. Geçmiş şimdi ve gelecek bağlantısı koparılmış, zaman birbirinden kopuk anların egemenliğine terk edilmiştir. “Şimdi” geçmiş ve geleceğin aleyhine genişlemiştir. Bütün planlar günü kurtarmak için yapılır. Geleceği düşünmek komplocuların tekeline terk edilmiştir. Herşey kaotik bir altüst oluş içersindedir. Bilinemezlik en geçerli ruh haline gelmiştir. Birey sonsuz sayıda niteliklere parçalanmış en sonunda niteliksiz bir hal almıştır. Ayrıntılar sonsuz derece önem taşır hale gelmiştir. Hayatlar küçük ayrıntıların estetize edilmesinden ibaret olarak görülmeye başlamıştır. İrade ve güç istenci sonsuza kadar ertelenmiştir. Değişime dair bütün umutlar yok olmuştur. Çıkış yoktur. Bütün bunlar bireyi kırılgan hale getirir. Birey kırılgandır, iktidar karşısında savunmasızdır. Önce biat eder sonra da iktidarın ideolojisinin kuruluma gönüllü katkıda katılım sağlar. Zaten bu gönüllü katılım süreci yoğunlaştıkça faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlamıştır.

Niteliksiz Adam ve Dekadans

Musil edebiyatın bir misyonu olduğuna inanır. “Edebiyat, özünde daha yüksek düzeyde bir insanlık uğruna verilen kavgadır; bu amaç doğrultusunda edebiyat, var olan üzerinde bir araştırmadır, ve serinkanlı kuşkunun erdeminden yoksun bir araştırmanın herhangi bir anlamı yoktur.” Çökmekte olan bir toplumda yazan yazarın önünde iki seçenek vardır. Ya çamuru görmezden gelecek ve çöküntüye güzelleme düzülecektir, ya da bütün çıplaklığı ile olan biteni anlatacaktır. Musil birinci seçeneği kabul etmez kuşkusuz. Ancak yozlaşmayı bir ayna gibi yansıtmak yeter midir ? Herşeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, sanatçı yaşadığı toplumu bir haberci ya da turist gibi dışardan anlatamaz. Sanatçı vakaların, insanların kurumların içine nüfuz etmiştir. Tam da bu noktada, tehlikeli bir durum ortaya çıkar. Azar azar da olsa yaşadığı çağın zehirli atmosferi sanatçının ciğerlerine sızmıştır, onu da zehirlemiştir. Sanatçıyı bu yozlaşmaya karşı çağdaşlarından daha dayanıklı kılan nedir? Musil’in buna cevabı şu olurdu, bizler soğunkanlılıkla var olanı araştırmaktayız farkımız olsa olsa ileriye doğru yanılmamız olur. İleriye doğru yanılmanın ilk tezahürü de varolanının anaforuna kapılmamak olabilir. Musil bujuva uygarlığının çürüğünün ve sonunun geldiğinin farkındadır. Ancak burjuva uygarlığının yerinin ne alacağını sorusuna dair çok fazla çözümü yoktur. Yıkılanın yerine ne kurulacağına baştan savma bir cevap uydurmaktansa, sorunu başka bir bağlama havale etmek daha akıllıca bir davranıştır kuşkusuz. Çürümeyi örtbas etmek için insanların içine girdikleri iki yüzlü çabayı bütün açıklığı ile sergilemek böyle dönemlerin en başat ruh hali olan “çıkış yok” söyleminin prestijinin sarsılmasına sebep olabilir. Çürümenin mantıksal sınırlarına kadar götürlerek sergilenmesi her geçen gün daha fazla insanın “mutlaka bir çözüm olmalı” yönündeki arayışa katılmasına muazzam bir katkıda bulunur. Gerçekte ihtiyacımız olan da budur...

Hiç yorum yok: