30 Ekim 2008 Perşembe

Elektronik Yayıncılık Özel Mülkiyete Karşı Kullanılabilir mi ?


13/04/2007

Sözün, bilginin ve sözel sanatların elektronikleşmesi üzerine biraz daha ayrıntılı düşünmek, zorundayız. Acaba elektronik üretim ve yayın, getirdiği imkanlar ve kısıtlamalarla sözün içeriğine dair değişikliklere yol açar mı? Üretilenlerin daha kolay dağıtılır ve erişilebilir olması, sadece nicel bir yenilik midir? Sanat ve bilgi üretimi için kapalı uzmanlık disiplinlerinin kalıpları yıkılmış, üretim bir anlamda demokratikleş midir? Öyle ise, bu sanatların ve bilimin özerk alanını kaybetmesi anlamına gelir mi ? Yazılışının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Benjamin’in ünlü makalesinin- “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”- izleğini takip etmenin bu konuda faydalı sonuçlar ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Benjamin bu makalede, teknik aracılığı ile yeniden üretilen sanat eserinin kendine özgü atmosferini (aura) kaybettiğini söyler. Çağlar boyu özgün sanat eserinin şimdi ve buradalı’ğı onun hakikiliğini belirleyen ana etken olmuştu. Dolayısı ile özgün eserin ana koşulu kendi biricikliğinin çerçevelediği kutsallık atmosferiydi. Oysa teknik yeniden-üretim çağında sanat yapıtını belirleyen etken eserin sergilenme ve yayılma koşullarıdır. Bu durum en başta, sanatı kült ve kutsallık temelinden ayırdığı için, onun kendine özgü özerk bir alan olmasının da aşındırmaya başlar. Artık izler kitle, eserle kurulmuş herhangi bir ilişkiden etkilenmesi söz konusu olmayan, daha çok nesnelerin betim ya da kopya aracılığı, gerçeğe en yakın görüntüsü ile el altında bulunmasını isteyen bir bilirkişiye dönüşür. Sanat yapıtının teknik olanaklarla yeniden üretilmesi, daha önce görülmemiş bir toplumsal yaygınlığa ve kitlesel bir etkiye sahip olmasını sağlar. Tüketim mekanizması sanatın bu niteliğini keşfetmekte geç kalmaz, hatta kışkırtır. Sonuç olarak, diğer tüketim nesneleri gibi hızla tüketilen gelip geçici sanat eserleri, piyasa koşullarına uyum sağladıkları ölçüde kitlelere ulaşabilirler.

Elektronik yayıncılığın ve internetin getirdiği en büyük farklılık, sözel bilginin ve sanat eserinin yayılmasının önündeki basma ve dağıtma engellerinin kalkmış gibi olmasıdır. Sözün bu denli kolay yayılması değeri hakkında kuşkular yaratır. Çünkü basılı yayın çağında bir fikrin ya da eserin kitap haline getirilip piyasaya sunulması bile ona belirli bir değer ve güvenirlik katıyordu. Dağıtımın neredeyse sıfır maliyette olduğu bir ortamda, söz değerinden bir ölçüde kaybetmiş olabilir ve Benjamin’in işaret ettiği anlamda özerkliğini yitirebilir. Ancak bu noktaya gelmeden, son yıllarda insanların sözlerini, elektronik ortamlarda nasıl yaygınlaştırdıklarına kısaca bir göz atmanın faydası var.




Webbloglar
Önceleri internette bir sayfayı yayınlamak için alan adı almak, kendinizi kaydettirmek, ücret ödemek zorundaydınız. Bu bir anlamda kitap ya da dergi yayınlamak için verilen çabalara benziyordu. Oysa son birkaç yılda gelişen webbloglar, yayınlama meselesine büyük bir çözüm getirdi, artık sadece birkaç dakikada kendinize ait bir web sayfası edinebilir ve bu sayfayı istediğiniz içerikle doldurabilirsiniz. Yaygınlaşmasını iki binli yıllarda sağlayan “blog“lar aslında internetin kişiselleşmesi anlamına geliyor, bu sayede bireyler de dışa açılır, sergilenir hale geliyor.

Bloglar ilk zamanlarda çevrimiçi-günlükler gibi açılıyor, insanlar çeşitli konular hakkındaki fikirlerini duygularını her gün yazıyordu. Ancak son yıllarda konular ve işlevler çeşitlendi. Özellikle 11 Eylül saldırıları ve Irak savaşından sonra bloglar ciddi bir politik işlev üstlenmeye başladı. Birçok blog sahibi kendisini, daha çok ana akım medyadan farklı yeni tür bir gazeteci olarak görmeye başladı. Üstelik ana akım medyada, yazan bir kısım yazar da, kendine ait bloglar oluşturdu. Bugün dünya üzerinde düzenli güncellenen ve ziyaret edilen milyonlarca blog var. Blogların bu denli yaygınlaşmasına televizyon zamanından kalma görünme arzusu eleştirilerinin yöneltildiğine tanık olmaya başladık. “Herkes on beş dakika ünlü olacak” ifadesi gibi, herkesin bir blogu olacak deniyor. Ancak televizyonda, söylenilen sözün hak ettiğinin çok ötesinde ama geçicilikle malul bir yaygınlığa sahip olduğunu hatırlatalım. Oysa okunmaya ve yazmaya değer bir blogu ayakta tutmak için, geçici bir şöhret uğruna harcanacak olandan çok daha fazla bir emek harcamak gerekiyor ve sonunda en çok okunan bloglar bile sizi televizyondaki kadar ünlü yapmıyor.

Blog yazarlığının kaynağı bir uzmanlık ya da sanat alanı değildir. Benjamin’in deyimini tekrarlarsak, artık yazarlık bir anlamda kamunun malı haline gelmiştir. Peki, bu anonimleşme ve yaygınlaşma arasında sanatın bir anlamı kalır mı? Örneğin Bloglar arasında çırpınan bir edebiyat mümkün olur mu acaba? Aldous Huxley, dağıtıma giren yazılı malzeme sayısı arttıkça, aralarındaki döküntülerin oranının da kaçınılmaz olarak artacağını iddia etmişti. Böyle bakarsak, internette birikmiş onca sözü bir anlamda çöp olarak görmemiz gerekiyor. O zaman da bir dizi soru üzerine yeniden düşünmek kaçınılmaz hale geliyor: Sanat gücünü ve tanımını sadece, ender üretilebilir ve zor ulaşılabilir olmasından mı alır? Sanat sadece kabul edilmiş ortamlarda üretilince mi mümkün olur? Mesela, Dostoyevski “Bir Yazarın Günlüğü”nü internette yayınlasaydı yine çöp sayılır mıydı? Ama şu da sorulabilir, neden “Gerçek Yazarlar” eserlerini bloglarda yayınlamazlar? Hala bir sanatın özerk tanımına ihtiyacımız var mı?

Benjamin sanatın kutsallığını yitirmesine, “sanat sanat içindir” ilkesi ile cevap verildiğini iddia eder. Bu ilke sanat eserinin yaygın olarak dağıtılmasını kesinlikle red etmez, tam tersine bu kanalları sonuna kadar kullanır. Farkı estetiği, amaçlaştırmasındadır. Faşizmin savaş ve kahramanlığa yaptığı övgü ile politikayı estetikleştirdiğini düşünür. Ona göre Faşizmin amacı proleterleşmiş kitleleri, mülkiyet ilişkilerini sorgulamadan, harekete geçirmektir. Bu yönüyle de, insani ve ahlaki prangalarından kurtulmuş, sadece kendine özgü saldırgan bir estetiği amaç edinmiş popüler bir sanat faşizm için bulunmaz bir araçtır. Burada yaygınlığın ikinci yüzüyle karşılaşıyoruz; henüz mümkün olmayanı talep etmekten vazgeçmiş sadece varolanı estetikleştirmeye çalışan, anonim bir söz üretiminin baskıcı ve totaliter yüzü. Böyle anlarda söz söyleyen özne sayısını çokluğu basit bir istatistikten öte bir anlam ifade etmez, çünkü neredeyse bütün özneler aynı söylemsel kuruluşa katılarak kendi benliklerini eritirler.

Türkçe bloglar arasındaki yeknesaklığın ve totaliter eğilimlerin bu konuya iyi bir örnek oluşturduğunu iddia edebiliriz. Türkçe blogların önemli bir kısmı, dünyadaki genel eğilimin tersine, ana akım medya söyleminden farklarını değil, benzerliklerini öne çıkarmaya özen gösterirler. Bu yüzden de türkçede ciddi emek verilmiş özgün blog sayısı son derece düşüktür. Ancak bu bile egemen otoriteyi yeterince rahatsız etmiş olacak ki, geçtiğimiz günlerde webblogların büyük bir bölümünü barındıran “blogspot” sitesine erişim engellendi. Erişim engellemek çok Foucault’cu bir kavramdır aslında. Foucault, kapatma pratiğinin mahkum kadar dışarda kalanlar içinde bir anlam taşıdığını ve metaforik olarak dışarıdakilerin de kapatıldığını öne sürmüştü. Türkiye usulu site kapatma kavramın metaforik anlamda değil, dolaysız kullanımına tekabül ediyor. Çünkü kamu otoritesi fiziken söz konusu siteyi kapatmıyor ya da kapatamıyor. İnternet kullanıcılarını bu siteye kapatıyor/erişimi engelliyor.



Mülkiyet Meselesi

Dağıtım ve erişimin kolaylaşması kaçınılmaz olarak bir mülkiyet sorunu gündeme getirir. Aslına bakarsanız bugün mülkiyetin tek sorgulandığı alan, elektronik üretim ve dağıtım alanlarıdır. Ancak burada da büyük mülk sahipleri kaçınılmaz egemenliklerini kurmuş gibidirler. Mülk sahiplerinin savunma gibi görünen her hamleleri aslında mülkiyete konu olabilecek alanlar genişleten bir saldırıdır aynı zamanda. Entelektüel telif hakları gibi şık adlandırmalar altında aslında mülkiyet olmaması gereken bir dizi konuyu para iktisadının kapsamı içine almaya uğraşmaktadırlar.

Ancak burada ilginç bir gözlem de şudur, geleneksel ortamlardan elektronik ortama aktarılmış eserler, doğrudan internet için üretilmiş olanlardan daha şiddetli bir mülkiyet kuşatması ile karşı karşıyadır. Örneğin bloglardan daha çok kitaplarda yayınlanmış fikirler, özel mülkiyetin konusu olarak görülür. Bu da yayın dünyasının piyasa çerçevesinde oluşturduğu gücün ve Aura’nın bir süre daha geçerli olabileceğinin göstergesi olarak okunabilir. Kanımca, bizlere düşen mülkiyete konu olacak yeni alanlar açarak, sermayenin yaygınlaşmasına yardımcı olmak değil; giderek daha fazla konuyu, sermaye hakimiyetinden kurtararak özgür kılmaya çalışmaktır.

Hiç yorum yok: