18 Kasım 2008 Salı

USA nedir ?

John Dos Passos, Birinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinde doğmuş aralarında James T. Farrell, Josephine Herbst, Langston Hughes, Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway’in de bulunduğu sol görüşlü muhalif yazarlar grubundandır. Çeşitli kaynaklarda bu yazarlar kuşağı kayıp kuşak olarak da adlandırılıyor. Amerikan toplumuna yönelttikleri radikal eleştiri, kendilerini içine doğdukları toplumun bir üyesi saymamaları, önemlice bir kısmının hayatının bir bölümünü Amerika dışından geçirmeleri, ortak özellikleri sayılabilir. Ama bundan da önemlisi edebiyatlarına hakim olan dönemin Amerika’sına özgülüktür.
Esas itibarı ile bu kuşak, Avrupa tarzı psikolojik ya da bireyci roman geleneğinden kökten bir şekilde kopmuştur. Yapmak istedikleri nesnel ve yansız bir röportaj tekniği ile toplumun bütün görüngülerine ışık tutmaktır. Yorumlamaktan çok göstermeyi amaçlarlar. Bireyin iç dünyası, psikolojisi tali bir konudur. Bireyler, topluluklar ve mekanlar çoğunlukla kaba bir doğallıkla resmedilir. Amaç toplumsal yapının bütününü olabildiğince geniş bir perspektiften anlatmaktır.
Bu anlatım tekniğine John Dos Passos’tan bir örnek verirsek daha iyi somutlamış olabiliriz. Yazarın ünlü üçlemesi U.S.A’nın ilk kitabı 42. Enlem, kısa bir epilogla başlar. “Genç adam yapayalnız yürüyor hızlı, ama yeterince hızlı değil, uzaklara, ama yeterince uzağa değil.” Ne çok roman yürüyen yalnız adamı anlatmakla başlar, ama bu cümlelerde bir gariplik vardır. Zaten pasaj şöyle devam eder; “son banliyö trenine, tramvaya, otobüse yetişmesi gerek, tüm gemilerin iskelelerine tırmanması, tüm otellere adını yazdırması, kentlerde çalışması, işçi arayanları yanıtlaması, çeşitli işler öğrenmesi, işlere girmesi, tüm kiralık odalarda yaşaması, tüm yataklarda uyuması gerek. Bir yatak yeterli değil, bir iş yeterli değil, bir yaşam yeterli değil.” Bu genç adamlardan biri, Raskolnikov olabilirdi kuşkusuz. Yoksulluğu, yalnızlığı ne kadar da ona benzemektedir. Ama Dos Passos daha baştan bize bir tek Raskolnikov’u anlatmayacağını kesin bir dille ilan eder. Peki ne analatacaktır bize ?
Kuşkusuz USA’ yı anlatacaktır. Ama nedir USA ? “USA kıtanın bir dilimidir. USA bir holding şirketler grubu, sendikalar topluluğu, deri ciltli yasalar dizisi, radyo ağı, sinemalar zinciri, karatahtaya telgraf dağıtıcısı delikanlının silip yazdığı hisse senetleri sütunu, eski gazetelerle, kıyılarındaki boşluklara kurşunkalemle gelişigüzel karşı çıkmalar çiziştirilmiş, sayfaları kıvrık tarih kitaplarıyla dolu genel kitaplıklardır. (...) USA Arlington Mezarlığına asker giysileriyle gömülmüş bir sürü insandır. USA yurdumuzdan uzaktayken mektup zarfındaki adresin sonuna koyduğumuz harflerdir. Ama hepsinden öte, USA halkın dilidir.”

Passos romanı bir halkı bir dönemi anlatmak için onlarca yeni teknik dener. Dönemin gazete haberlerini kullanır, Edison gibi ünlü amerikalılarının simgeleşmiş hayatlarını aktarır, bir ucundan hayata tutunmaya ya da daha doğru ifade ile hayatta kalmaya çalışan onlarca insanın birbiri ile kesişen hikayelerini anlatır. Edebiyatı serttir, dili kabadır, yumurukların konuşmasına ramak kalmıştır.
Kayıp Kuşak edebiyatını anlamaktaki kilit sorulardan biri şudur; neden dünyanın en bireyci toplumu olan ABD’de, bireyden yola çıkarak topluma ulaşmayı reddederler ? Neden başlangıç noktaları hep kitlelerdir ?
İlk muhtemel cevap ünlü dekadans (çöküş) çağı ile ilgilidir. Dekadans çağında, 100. kattan düşen adamın ruh hali kitlelere sirayet etmiştir; her kata geldiklerinde, “henüz bir sorun yok” diye avuturlar kendilerini. 1920’lerin birçok sol muhalif yazarı gibi John Dos Passos toplu halde yere çakılacaklarının farkındadır ve her sorumlu düşünce insanının yaptığı gibi, düşüşü olabildiğince açıklığı ile sergilemeye çalışır. Yaklaşan beklenmedik, ani ve derin bir çöküştür; ama bu herkesin kaçınılmaz son hakkında aynı görüşte olduğu anlamına gelmez. Hala bireysel ya da kollektif kurtuluş umutları canlıdır. Böyle bir çağda farklı bireysel ve sınıfsal mecralardan kaynaklanan arzular, beklentiler ve yenilgiler, Passos’un romanını canlı kılan unsurlardır.
Ama herşeye karşın bu “doğalcı” ve radikal anlatı tarzının Amerikan toplumuna özgü kaynaklarından da söz etmek gerekir. ABD tolumunun kuruluşuna gidelim ve çok tanıdık bir imgeden yola çıkalım; 64 hektar büyüklüğünde, homestead denilen toprak parçasını ele geçiren yeni gelen bir göçmeni düşünelim. Tahtadan inşa edilen evler, tarım için elverişli hale getirilen araziler... Buraya yerleşen göçmenin aslında köylülükle çok fazla ilgisi yoktur. Hikayesini dinlerseniz, daha birkaç yıl öncesinde bambaşka bir mesleği olduğunu öğrenebilirsiniz. Kolay yapılan bir tarım şekli seçer. Yapması gereken, çifte koşulmuş atları zaptetmektir. Ve eğer bu toprağa ilk yerleşense, kafasında tek fikir vardır, toprağını en uygun fiyattan satmak. Burada birkaç yıl yaşayacak, birkaç sene iyi hasat alırsa, bir sermaye biriktirecek, yeni gelenler sayesinde, değerlenecek toprağını satacak ve daha ileriye, batıya, hareket edecektir. Sahip olduğu paraya göre değil de, gelecek (ya da gelmeyecek) paraya göre hesap yapar. Aslında yaşadığı mekanda yerleşik figürden çok, bir mekan spekülatörü gibi davranır.Yeni mekanlar fetheder, parseller ve geleceğe dair umutlar ve beklentiler sayesinde satar. İlginç olan Yiriminci Yüzyıl başına kadar, aksaklıklar yaşansa da, yeni kitlelerin ve beklenen sermayenin çoğunlukla gelmiş olmasıdır.
Bugünlerde yaşanan ekonomik krizin sebeplerinden sayılan ve sermaye hareketlerinden beklenmedik kazançlar yaratan finansal yaratıcılık fikri Amerikan toplumu için alışılmadık bir olgu değildir. Amerikan toplumu kitelerin ve sermayenin hareketinden muazzam bir enerji yaratabilen bir toplumdur. Kuşkusuz bu tür bir moblizasyondan herkes kazançlı çıkmaz, hatta kaybedenler çok daha fazladır. Böyle bir toplumun en genel geçer ideolojisinin bireycilik olmasında şaşırtıcı bir taraf yoktur. Amerikan toplumu sosyal dayanışma duygusunun en zayıf olduğu toplumlardan biridir. Buradan bütün Amerikalıların gözü dönmüş benciller olduğu sonucu çıkmaz kuşkusuz. Ama tüm insanların devredilmez bir hakklarını gözeten bir sağlık ve sosyal güvenlik sistemi Amerikalıların çouğunluğunun pek iyi bir fikir olarak görülmez. Herşey kişisel tercih meselesidir ve kimse kendi vergileri ile, tembelleri ya da ihmalkarları finanse etmek zorunda değildir.
Amerikan toplumunun bireyci üyesi tam anlamıyla kitlelerin önüne atılmış gibidir. Eğer yeterince becerikli çalışkan ve daha da önemlisi, şanslı ise kitlelerin hareketini önceden tahmin eder ve önüne sonsuz kapılar açılır. Ama bunu yapabilenlerin sayısı fazla değildir. Üstelik başarının sürekli olacağının garantisi de yoktur. John Dos Passos’un kuşağından olan ünlü Amerikalı Yazar Scott Fitzgerald bunu şöyle ifade eder. “Amerikalıların hayatında ikinci perde yoktur.”
1920’lere gelindiğinde yeni mekanların ele geçirilmesine dayalı kitle hareketleri bitmiş gibidir. Toplumsal sınıflar arasındaki hareketlik hala canlıdır ve Avrupa ile karşılaştırıldığında kitlesel nitelik taşır. 1929 krizi patlamadan önce yaklaşık bir on-beş yıl boyunca Frank Cappa’nın filimlerinde gördüğümüz, iyi çalışkan insanların yukarıya doğru tırmanma hikayelerine hala rastlanabilir. Ancak bireysel fırsatların ötesinde ciddi bir kitlesel yoksulluk dışlanmışlık ve çaresizlik yaşanmaktadır. Bu durum kitlesel bir dille anlatılabilir. Çünkü USA toplumu aynı zamanda da dünyanın ilk kitle toplumudur. Bireycileşen ve kendi üstüne kapanan insanları kalabalıklar arasında kaybolmuştur. Kitle ekonomisi ve kültürü hepsinin hikayelerini birbirine benzer hale getirmiştir. Böyle bir toplumda Yazarın konumu da önemlidir. 20’lerin USA sında yazar doğal ve saygın bir yere sahip değildir, Avrupa’nın anladığı anlamda “yazı adamı” olmamıştır hiçbir zaman. Toplum kıyısında yaşar ve çoğu zaman kısa bir başarı döneminden sonra trajik bir şekilde yok olup gider. John Dos Passos bu USA’yı anlatır. Kitlelerin, holdinglerin, sendikaların USA’sını. Belki bu yüzden yeniden güncel hale gelmiştir ve zevkle okunabilir.

Hiç yorum yok: