11 Kasım 2008 Salı

Marco Polo

Seyahat Edebiyatının en parlak örneklerinden biri Marco Polo’nun yapıtı, Dünyanın Hikaye Edilişi, özenli bir baskı ile Türkçeye kazandırıldı.Kitap Batı ile Doğu arasındaki güç dengesinin şimdikinin tam tersi bir şekilde kurulduğu 13 yüzyılın ortasında yapılan, kırk yılı bulan bir dizi seyahati anlatıyor.1260 yılında Marco’nun babası Nicolo ve Amcası Mafeo Polo Konstantinopolis’ten kürk ticareti yapmak için Kırım’a doğru yola çıkıyorlar.Bir dizi terslik sonucunda, nerdeyse bilinen bütün doğu dünyasını kat ederek Moğol-Çin İmparatoru Kubilay Hanın sarayına ulaşıyorlar. Kubilay’ın ülkesinde gördükleri zenginlik ve güç karşısında hayrete düşen Polo’lar Yüce Handan büyük ilgi ve konukseverlik görüyorlar. İyi birer Hıristiyan oldukları için, bir putperest olan Hanı sürekli olarak kendi dinlerine davet ediyorlar. 13 yüzyılın en büyük dünya gücünü yöneten Kubilay Han doğal olarak dünya üzerindeki hiçbir, kültüre ve dine karşı kayıtsız bir tavır takınmıyor ve Poloları ilgiyle dinliyor. Papa’dan ülkesinde Hıristiyanlığı öğretmek üzere yüz yetkin din adamı göndermesini rica eden bir mesajla geri gönderiyor. Pololar geri döndüklerinde Nicolo, yola çıkarken hamile olan karısının Marco adında bir oğlan çocuk doğurduğunu ve Marco’nun da on beş yaşında olduğunu görüyor. Papadan yüz yerine sadece iki rahip alabiliyorlar, Marco ile birlikte üç Polo olarak geri dönüş yoluna başlıyorlar. Yolda karşılaştıkları güçlükler sonunda rahipler devam etmekten vazgeçiyor ve sadece üç Polo Hanın sarayına dönerek durumu anlatıyorlar. Uzun yıllar Hanın himayesinde kalıyorlar, bürokrasi içinde görev alarak çeşitli hizmetlerde bulunuyorlar. 1295’te geri döndüklerinde büyük Pololar iyice yaşlanmış oluyor, Marco Polo bir ara Cenevizliler tarafından tutuklanarak zindana konuyor ve eserinin çatısını zindanda hücre arkadaşlarına aldırdığı notlarla kuruyor.

Kitabın Türkçe baskısında yer alan Stephane Yerasimos’un açılayıcı önsözü, seyahatlerin yapıldığı dönemde Avrupalıların yaklaşık yüz elli yıldır Moğolların Orta Asya’dan başlayan ve batıya doğru yayılan hareketlerini ilgiyle, çoğunlukla da umutla izlediklerini belirtiyor. “Artık Avrupa’nın düşlerini şu ortak hedef süsleyecektir: Papalığa bağlı, Katolik ve Romalı büyük bir Moğol hanı, Muhammet yandaşlarının sonu getirecek ve birleşmiş Hıristiyanlığın ve Batının ezeli zaferinin habercisi olacaktır.” Pololar modern çağ oryantalistlerinin dünyasından farklı olarak gücün ve ihtişamın simgesi olan doğuya doğru yolculuk yaparlar. Bu yüzden olsa gerek, doğu medeniyetleri ile kurdukları ilişki orta çağ Avrupa sının doğuya dair imgelerinden ve ön yargılarından da farklıdır. Çünkü tüm ortaçağ boyunca, doğuda sapkın ve şeytani bir gücün olduğuna vehim edilmiştir. Ciddi kilise metinlerinde bile çift cinsel organlı, kuyruklu doğulu karakterlere rastlamak çok mümkündür. Oysa Polo’nun gözlemelerinin çoğu tarihsel kaynaklar tarafından doğrulanır. Çoğu yerde, anlamaya tanımaya yönelik samimi bir çaba vardır.Gezdiği sayısız kentin, güzelliklerini, geçim kaynaklarını, konuşulan dilleri geçim kaynaklarını ve dinlerini ayrıntılı bir şekilde anlatır.

On üçüncü yüzyılda yaşamış Avrupalılar olarak Pololar Müslümanlığı büyük bir korku ve nefretle anarlar. Müslümanlar son anda her şeyin affedileceği insancı ile sapkın ve ahlaksız bir hayat sürerler. Batının en önemli üstünlüğü medeniliğin ölçütü olan Hıristiyanlıktır. Ancak bütün bu ön yargı bir seyyah olarak Marco Polo’nun gözlemelerini çok fazla zedelemez.

Doğu Hıristiyanlığının bir kolu olan Nasturiliğin Orta ve Doğu Asya’da yaşayan Türkler ve Moğollar arasında sıkça rastlanan bir din olması bizim resmi tarihte pek yer almayan bir bilgi olduğunu belirtmekte yarar var. Nasturilik Roma Katolikliğine göre sapkın bir mezhep sayılmaktadır, ancak her şeye rağmen, bir Müslüman-Budist çölünün ortasında vaha gibi görünür Poloya. On ikinci yüzyıl boyunca Avrupa’da doğudan gelerek Müslümanları ve Persleri yenen, Çoban-Krallar soyundan gelen Rahip Jean a dair efsaneler anlatılır. Marco Polo doğuda Rahip Jean’ın Cengiz Hanla savaşmış Hıristiyan-Türk boyu Oengutların kağanı olduğuna karar verir. Rahip Jean efsanesi, Roma Kilisesine biat etmiş bir Moğol-Çin İmparatoruna dair arzuyu sürekli canlı tutar, bu yüzden Pololar Avrupa’da gittikleri her yerde ilgi ve heyecanla karşılanırlar.

Marco Polo’nun yapıtını okumanın en heyecan verici yanlarından birisi, birçok tarihi metni okurken olduğu gibi, geçmişe dair tasavvurlarımızın ne kadar yaşadığımız an merkezli olduğunu farkına varmamızdır. Genellikle yaşadığımız çağda vuku bulan olayların sadece içinde bulunduğumuz döneme özgü olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. İlerlemeci tarih algısının etkisi ile geçmişe baktığımız için eskinin yaşadığımız dünyaya göre geri olduğunu düşünürüz.Araya yüzyıllar girince de, geçmiş sandığımız şeye dair imgelerimiz iyice bulanıklaşır. Marco Polo’nun Moğol-Çin İmparatorluğuna dair söyledikleri bu algımızı sarsacak gibidir.Nüfusu bir milyonu geçen Hanbalık (Moğolların dilinde Pekin’e böyle diyorlar) neredeyse bir modern kent kadar ayrıntılı tasarlanmış bir kenttir. Kentin mimarisi, idari yönetimi ve iktisadi hayatı hayret uyandırıcı şekilde, gelişmiş ve karmaşıktır. Kubilay Hanın kurduğu iktisadi nizam bize oldukça tanıdık gelecektir. Polo bunu, “Büyük Han, Nasıl Para Yerine Kağıdı Harcatıyor” aktarır. Kubilay İmparatorluğunun içinde kendi bastığı kağıt paranın kullanımını zorunlu kılar. Ülkedeki bütün zenginlikler, değerli taşlar, inciler, altın, gümüş kağıt para ile satın alınabilir.Para basma yetkisi sadece ve sadece Handa olduğu için, neredeyse dünyanın tümüne sahiptir. “Ve aynı zamanda bu para yollarda yanlarında taşımak için başka her şeyden daha hafiftir. Ve size hiç hatasız anlatıyorum ki, bu tacirler yıl boyu defalarca dört yüz bin Bizans altını değerinde mal getirirler; ve Büyük Efendi her yıl bunlardan satın alır ve tüm bunları işittiğiniz gibi, kendisine pek aza, hatta hiçe mal olan kağıt paralarla ödetir.” Durum günümüz dünyasında ABD nin Dolar aracılığı ile dayattığı hakimiyete ne kadar da benzemektedir. Eserden çıkarılacak önemli bir gözlem de tarihin derinliklerinden gelen ve hiç değişmediğini sanılan mistik simgelerin, çağlar boyu nasıl bir değişime uğradığının ortaya çıkmasıdır. Yerasimos kitabın önsözünde Orta Çağ Hıristiyanlığının bir çok simgesinin nasıl değiştiğini çok güzel bir şekilde anlatıyor. Bunlardan bir tanesi olan kızıl-elma sembolüne dair hikayenin, kitabı Türkçe okuyan okurlar için özellikle ilginç olduğuna inanıyorum.Kızıl Elma Konstantinopolis de Justiniasnus’un elinde tuttuğu yer küredir. Heykel diğer eliyle geleneksel düşmanı yani doğuyu işaret etmektedir. Ancak 1204 deki haçlı seferi sırasındaki kargaşada kızıl elma kaybolunca sembol bir kıyamet efsanesine dönüşür. Kentin Doğudan gelen Müslümanlardan korunabilmesi için Kızıl-Elmanın bulunması, bu sayede düşmanları def edecek kudrete erişilmesi haklın sürekli bir beklentisi haline gelmiştir.

Poloların seyahati post-modern çağ insanı içinde yaşadığı dünyaya kurduğu ilişkilerden biraz farklıdır. O çağda bütün çekiciliğine karşın seyahat henüz on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi estetikleştirilmemiş, yirminci yüzyıldaki gibi sıkıştırılıp donuk bir görüntü haline getirilmemiştir. Pololar Doğu Akdeniz’den, Çin’e doğru yola çıktılarından nasıl bir rota izleyebileceklerini, hangi tehlikeler karşılaşacaklarını, ne kadar sürede varacaklarını bilemezler.İlk yola çıktıktan beş yıl sonra Kubilay Han’ın sarayın varmışlardır. Açıkçası Pololar gerçekten evlerinden, yurtlarından ve içine doğdukları kültürden çok uzaklara gitmiştir. Oysa bugün aynı yolu en az evimizdeki konforla sadece birkaç saatte kat edebiliriz. Fiziki olarak aynı mesafeye gitsek de aramızda temel bir fark vardır. Pololar seyyahtır biz ise turist.

Hiç yorum yok: